LOZAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
LOZAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2022 Pazartesi

TÜRKLER GİTTİĞİNDEN BERİ O TATLI BÜLBÜLLER HİÇ ÖTMEDİ.......



Mübadelede Serez'den ve  Serezlilerin yaşadıklarından  bir kesit

.........

    Serezli muhacirler tren yolu kullanılamaz halde olduğu için Selanik'e arabalarla gitmiştir. Yaklaşık 90 km'lik mesafe olduğu için iki gün sürmüştür. Yolda olumsuz bir olayla karşılaştıklarına dair  bir bilgi yok. Selanik'e Vardar kapısından giriyorlar. Burada Serez ve civar köylerden gelenler kolera nedeniyle Yeni Kapı'da ki Mevlevihane'de karantinaya alınıyorlardı.Karantina uygulaması Selanik'te de muhacirler arasında kolera görülmesi üzerine alınıyor ve kentte salgının olduğu bölgelerden gelenler karantinaya alınıyordu.

Serezli ailesi Yeni Türküye Oteline yerleşiyor. Bir hafta vapur bekliyor, daha sonra posta vapuruna biniyorlar. Vapur yola çıktıktan sonra şöyle not düşüyor: 
"Mübarek vatan ve oradaki mukaddesatı gözyaşları içinde bıraktık. Selanik karanlıklara gömülünceye kadar güverteden ayrılmadık. Yolcuların neredeyse hepsi Müslüman muhacirlerden oluşuyordu"

 Serezli ailesinin ekonomik  durumu iyi olduğu için kentte muhacirlerin yaşadıkları sorunlardan etkilenmiyor ve kısa sürede vapurla ayrılma imkanına kavuşuyor. Halbuki diğer muhacirler sokaklarda kalıyor, yiyecek içecek sıkıntısı çekiyor, aylarca vapur sırası bekliyor. Serezli'nin ifadelerinden Selanik Müftüsünün aileye önemli yardımları olduğu anlaşılıyor.

Çanakkale Boğazı'na ulaşınca vapur, herkes heyecan içinde alkışlıyor.Sevinç çığlıkları ve silah atılıyor. İki gün sürüyor yolculuk ve İstanbul Sirkeci iskelesine iniyorlar. İskele çok kalabalık ve göçmenlerle dolu.Yere iner inmez toprağı öpüyorlar. Daha sonra Babıali caddesindeki Meserret Oteline yerleşiyorlar. Bu arada diğer Serezli hemşehrilerle görüşüyorlar, iş ve ev bakmaya başlıyorlar. Kısa sürede ilişkileri yardımıyla iş ve ev bulup İstanbul'a yerleşiyorlar.


Anıların sonunda Balkanların elden çıkışı şöyle değerlendiriliyor: 

    "Bu aziz yurdun idaresizlik, fırkacılık yüzünden birkaç gün içinde savaşsız ve savunmasız olarak düşman eline düştüğünü, bütün mukaddesatın düşman ayakları altında çiğnendiğini görmek ne kadar acı! Hicret'ten sonra İstanbul'da mal,mülk ve mevki sahibi oldum.Her yerde hürmet gördüm. Ama memleket acısıyla yüreğim daima yaralı,sarsıntılı ve kendimi sonradan gelme yurt sahibi olarak görüyorum"

Türkler ayrıldığından beri o sizin bildiğiniz parlak ve bereketli güneş eski şaşasıyla kendini onlara birgün bile göstermedi, o güzel kokulu bahar çiçekleri oralarda uçuşmadı, o tatlı bülbüller hiç ötmedi diyor 

Mehmet Esat Serezli Memleket Hatıraları adlı kitabında.....

ve

Doç.Dr. H.Veli Aydın 2017 yılında gerçekleşen Uluslararası Mübadele Sempozyumu sunumunda....

23 Kasım 2022 Çarşamba

SEN HİÇ ÇİÇEKLE,YAPRAKLA,İBRİŞİMLE MEKTUP YAZDIN MI?

MENLİKLİ BİR AİLE HİKAYESİ... 





Bu beceri, bu incelik, bu bilgelik, bu romantizm sadece Rumeli’ye  özgü sanırım.....  Aşağıda okuyacağınız bir Rumeli hikayesidir.


......Dedemin, pek aklı başında,terbiyeli,edepli Ahmet isminde bir çubukçubaşısı varmış. Bu genç Ahmet bir iftiraya uğramış ve kurtuluşu Mısır'a kaçmakta bulmuş.Gel zaman git zaman Mısır'da Ahmet zengin olmuş, mevki sahibi olmuş ve oğlu Celal'i eski efendisi Rıfat beye Menlik'e göndermiş. Onu Mısır'a davet etmek üzere "Mısır'a teşrif etsinler, çok büyük mevki sahibi olurlar" demiş.

Dedem gider mi? Osmanlı azameti, Rumeli beyi kibri teşekkür etmiş ve gitmemiş. Zira Mısır'a beyler hiç gitmemiş, gidenler başı bozuk, işsiz güçsüz bir grup.......

Dedemi bilebildiğim kadar yazmaya ve anlatmaya çalıştım. Ya Babannem? Çok kibar, çok zarif Esma Hanımefendi? Ne biliyordum ben onun hakkında? Babannem hakkında çok birşey bilmiyordum. Bilebildiğim kadarıyla genç denecek bir yaşta vefat ettiğini, babamın da annesine ömür boyu sonsuz bir sevgi ve sonsuz bir hasret duyduğudur.Yetiştirdiği 5 oğuldan sonra pek halsiz ve pek solgun kalan Esma Hanımefendi hemen hemen Menlik'te Konaktan dışarıya hiçbir yere çıkmazmış. Yaza doğru yaz hazırlıkları, kışa doğru kış hazırlıkları kilerler ambarlar dolup dolup boşalırmış. Konakta sabun ve mum da yapılırmış. Şunu da belirteyim ki Rumeli hanımları emsalsiz "ev hanımıdırlar" Bu meşguliyetlerinden başka hanımlar arasında bir mektuplaşma faslı da varmış. Evet mektuplar gider, mektuplar gelirmiş.Peki mektuplar nasıl yazılırmış? Haremde okuma yazma bilen yok.Çiçeklerle,yapraklarla ve ibrişim ile....her çiçeğin, her yaprağın manaları başka başka....."seni çok seviyorum" bir çiçek, "seni göreceğim geldi" başka bir çiçek, "hastayım çok üzülüyorum" da bambaşka bir çiçek..bunları ifade etmek için rengarenk çiçek, yaprak ve ibrişim.Bu rumuzlarla pek güzel mektuplaşılırmış, bu mektuplaşmaları Esma hanımefendi pek severmiş.

Kendilerinin yazdıkları mektuplarda ayrı bir telaş ve heyecan, gelen cevabi mektuplar açılırken yine büyük bir merak ve heyecan. Bu çiçeklerle mektuplaşma Konağın en büyük heyecanı imiş. Hele Serez'e yazdığı mektuplar ve Serez'den yakın akrabalarından aldığı çiçekli mektuplarkendisini o kadar bahtiyar edermiş ki......Evet yukarıda ifade ettiğim gibi çok kibar, çok zarif; fakat çok yorgun ve çok solgun Esma Hanımefendi daha yaşlanmadan Allahına kavuşmuş.

Diğer oğullarını bilemem ama benim babam Tayyar beyin kalbinde  öyle derin bir sevgi ve öyle derin bir hasret bırakmıştı ki, bu sevgi ve hasret babamda bütün bir ömür boyu sürmüştü. Babam çok sevdiği ve  çocuk yaşında  kaybedeceği güzel kızına anasının adını takmış, Melek haslet ablamın adı da Esma Nail idi. Bu iki Esmalarla çok sevdiği anası Esma, çok sevdiği kızı Esma ile babam bütün hayatı boyunca birlikte yaşamıştı.

(Münevver Ayaşlı Rumeli ve Muhteşem İstanbul kitabından)

21 Temmuz 2022 Perşembe

SELANİK GELMERİYE / GELEMERYE KAZASI KÖY ADLARI





Arkada Türk evleri, mübadeleden hemen sonra çekilmiş bir fotoğraf karesi
Panagiotis Stavretes'e teşekkürler



Selanik Vilayeti Gelmeriye / Gelemerye kazasından  717 aileye ait tasfiye talepnameleri mevcut.  Bu durum bize Gelemeriye / Gelemerye'nin büyük bir ilçe merkezi olduğunu gösteriyor.
genelde meslek grupları Öğretmen, eczacı,yorgancı,istasyon memuru,arabacı,sırımcı,otelci,hancı,kahveci ve çiftçi olarak ayrılıyor.

Gelmeriye kazasından gelenler;

Manisa-Alaşehir, Gedikli köyü ve Muradiye'ye,
Balıkesir Bandırma Edremit ve Havran köyüne,
İzmir Karşıyaka'ya,
Ankara, Adana, Trabzon, Kocaeli'ye,
İstanbul Erenköy-Üsküdar-Beşiktaş ve Fatih'e yerleştirilmişlerdir. 
        Şimdiki adı Kalamaria
                                                         Sevgilerimle







KÖYLER
ÇİFTLİKLER
Avanlı
Arsaklı
Zağarcı Çiftliği
Apaşmı
Burnazlı
Macarlık Çiftliği
Bornazlı
Yeniköy
Büyükkaraburun Çiftliği
Musli
Pişone
Küçükkaraburun Çiftliği
Akçalı
Atmacalı
Çayır Çiftliği
Hacı Musalı
Esenli
Soruklu Çiftliği
Yağcılar
Seleli
Karva Çiftliği
Gedikli
Kapucular
Turhanlı Çiftliği
Uzun Ali
Kerç
Yeniköy Çiftliği
Kasaplı
Üçevler
Pirnar Çiftliği
Adalı
Karacahasan
Bahçeli Çiftliği
Sığırlı
Bahşişli

Karaçuhalı
Aksaklı
MAHALLELER
Çiganeli
Tilkili
İshakpaşa mahallesi
Turhanlı
Çengelli

Soruklu
Senceli

Bozalan


29 Mayıs 2021 Cumartesi

AKSAKLILI HAYDAR GİBİ SESSİZLİK YEMİNİ EDENLERİN HİKAYESİDİR BU.......




Haydar..... Aksaklılı Haydar...1912 Yunanistan Kozana doğumlu....
Baba adı Mustafa, anne adı Ayşe...Köyün isminin halk arasında birçok söyleniş şekli vardı.İsaklı, Ağsaklı, Aksakallı...şimdiki ismi ise Lefkara.....Rumeli'de huzursuzluk başlamadan önce tek katlı, iki odalı, iki ara hayatı, dört ara saman hanesi, iki ara ahırı olan, iki merkebi, üç keçisi, bir koyunu ile 34 dönüm arazisinde çavdar, mısır,arpa ve 4 dönüm bağında her çeşit üzümü yetiştiren bir çiftçi......
Vatanları Rumeli'yi terk etmeyi hiçbir zaman düşünmemişler.  Taa ki yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Osmanlı tebaası Yunan-Bulgar-Arnavut çeteler onları öldürmeye başlayana kadar....
Bu huzursuz dönemde Haydar'ın babası Mustafa; köyde ki diğer aranan erkeklerle birlikte dağlara çıkar. Yaklaşık 10 yıl dağlarda çetelere karşı savaşır. Bir gece karısı Ayşe ve oğlu Haydar'ı görmek için köye indiği sırada, yakın akrabası tarafından Yunan çetecilere ihbar edilir, tuzağa düşürülüp öldürülür.
Bu olaydan birkaç yıl sonra annesi Ayşe'de ölür.
Bu kargaşa durumu 1912 Balkan Savaşları ile başlayıp, 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşmasına kadar sürdü. Ondan sonra sancılı yıllar...
Büyük göç mübadele.....



Haydar hem öksüz, hem yetim tek başına kalakalır.
Bu sırada 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması imzalanır. Din esaslı olarak yapılan mübadele antlaşma kurallarına göre; Batı Trakya hariç, Yunanistan sınırları içerisinde kalan Müslüman Türklerle, İstanbul hariç Anadolu'da yaşayan Ortodoks Rumların yer değiştirmesine karar verilir.
Mayıs 1924'de tasfiye talepnameleri kişilerin beyanlarına göre doldurulmaya başlanır ve Temmuz 1924'de Rumeli'de Anadolu'ya göç başlar. 
Mübadelenin ne olduğunu bilmeden -Gazi Paşa çağırmış diyerek yola çıkarlar.
Bir hafta boyunca sefalet içinde yürüyerek Selaniğe varırlar. Yaklaşık  bir ay Selanik'te  Beyaz (Kanlı) Kule'nin orada kendilerini Anadolu'ya götürecek gemiyi beklerler. On gün süren gemi yolculuğundan sonra Haydar; Aliye ile Samsun'a ayak basar. 
Mübadele başladığında Haydar 12 yaşında ve kimsesiz....
O zamanlar kimsesiz çocukları aynı veya yakın köyden yalnız bir kadının yanına vererek Türkiye'ye göndermişler. Haydar'ı da  Aliye isimli bir kadınla birlikte Türkiye'ye göndermişler. Burada Nevşehir-Derin kuyu-Su vermez köyüne yerleştirmişler. Aile de hiç kimse Aliye'yi tanımıyor. Ama Su vermez köyü muhtarlığında Haydar'ın annesi olarak kayıtlı....Daha sonra Haydar Adana'ya, sonra da Ceyhan'a gidiyor. 17 yaşında askere alınıyor. Üç kez askere çağrılıyor ve toplamda 7 yıl askerlik yapıyor. Bu arada Fatma ile evleniyor, dört çocukları oluyor. Yıllarca yokluk içinde göç yollarında hayata tutunmaya çalışırlar. Tam her şey yoluna girdi derken Haydar ortağı tarafından sırtından bıçaklanarak öldürülür.
Bundan sonrası ise dört çocukla kalakalan Fatma için tam bir felaket...Yıl 1945 dul kalan genç bir kadın....kadınların çalışmasını ayıplayan bir zihniyet....başında durulması gereken ama durulamayan bir otel....elinden kayıp giden malları, sahte altınlarla ellerinden alınan mübadil tapuları....arkasından gelen derin fakirlik ve tekrar küllerinden doğmaya çalışma hikayesi.....

Yunanistan'da doldurulan tasfiye talepnameleri mübadil çocukları için çok değerli... Karanlıkta kalan geçmişlerinin belgeleri.... Dört suret olarak doldurulmuş. Suretler  Yunanistan'a,  Türkiye'ye, Mübadele Komisyonuna (büyük ihtimalle Lozan'da) ve mübadillere verilmiş.
Mübadele sırasında mübadillerin taşınması için Yunan hükümeti gemiler tahsis etmiş, seyahat için bir değer biçmiş ama bunu kabul etmeyen Türk mübadillere Türk Hükümeti kendi vapurlarını göndereceğini bildirmiş. Bu yolla zaten yoksul olan Türkiye Cumhuriyetinin parasını içerde tutmayı istemişler. İstanbul ve çevresine getirilecek göçmenler için kişi başı 300 kuruş, Karadeniz,Mersin ve çevresi için kişi başı 600 kuruş bedel alınmış. Bu parayı ödeyemeyeceğini belirten mübadillerin parasını Vapurcular Birliği öder. Haydar'ın tasfiye talepnamesinde ücretli yolculuk yazıyor.

Nesiller boyu kulaktan kulağa aktarılan hikayeler tasfiye talepnameleri ile belgelenir. Dedeler, nineler, lakapları, babalarının isimleri, geldikleri köyler, yaptıkları işler, evlerinin özelliği gibi birçok bilgi tasfiye talepnamelerinin okunması ile torunlarının eline geçmiş oluyor.

İşte böyle....Annanem Fatma ile Dedem Haydar'ın hikayesi.....

Bu hikaye, tasfiye talepnamesinin çevirisi sonucu orta çıkmıştır. Haydar dedeme ait çevirisi yapılmış orijinal tasfiye talepnameleri küçük bir güncelleme yazımı okuduktan sonra aşağıda...


GÜNCELLEME




4 yıllık emeğimin sonucu olan kitabımı 2018 yılında yayınladım. Vefa örneği olmasını istediğim için ; doğduğu toprakları bir daha göremeyen buğulu,elâ gözlü tüm mübadillere ithâf ettim. 
Umarım birçok mübadile faydası olur. Kitabı almak isterseniz eğer sertaccihan@hotmail.com adresinden veya 05386748294 nolu whatsapp hattından bana  ulaşmanız  yeterlidir. 

Memleketten-Vatana Sessizlerin Hikâyesi
1915 Yunanistan Kozana seçmen kayıtlarında Türk ve müslüman nüfusa ait bilgiler ve mübadele
adlı kitabımın arka kapak yazısıdır. 

"Kimlik arayışına girdiğimde karşıma çıkan mübadele ve mübadillik idi. Konuyu araştırmaya başladıkça "mübadele bağlamında" tarihin sunulma ve anlaşılma biçimindeki yanlışlığı görmeye başladım. Çoğu mübadil torunu atalarının isimlerini bilmedikleri gibi, nereden geldiklerini, niçin geldiklerini de bilmiyorlar. Bu durum çocuklarımıza kültür aktarımı yapamadığımızın çok net bir kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Bir toplumun mensubu olmak, o toplumun oluşma sürecinde ortaya çıkan kültürünü taşımak yükümlülüğünü de beraberinde getirir. Bireyler arasındaki zincir koptukça kültürsüz toplumlar ve kültürsüzleşme ortaya çıkmaktadır.
Bu kitapta kaybedilen Balkan savaşlarından sonra Yunanistan devleti sınırları içinde kaldığı için Yunan vatandaşı sayılan ve bu nedenle 1915 yılında yapılan Yunanistan genel seçimlerinde oy kullanan, Selanik Kozana eyaletine bağlı 61 köyde yaşayan 16 yaş üstü toplam 5140 Türk-erkek-müslüman nüfusa ait bilgiler ve lâkapları bulunmaktadır. Birçok Türk ailenin soyadlarının kaynağı bu lâkaplardır.

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması kapsamında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan "Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol" gereği Rumeli'den Anadolu'ya gelen Türkiye'nin Yunanistan doğumlu yeni vatandaşları ülkelerinin ekonomik,siyasi ve kültürel biçimlendirilmesinde kilit taşı oldular"



















7 Mayıs 2021 Cuma

FATME KADININ HİKAYESİ..........




Anılarını hiç yitirme kızım,

en acılarını bile........ 

*Mübadil insanlar kitabının önsözü


1924'de Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen  kadınların adlarının tasnifini yaparken,  içlerinde çok ilginç isimlere de rastladım. Mesela Zilkade diğer şehirlerde de olan sıkça rastladığım bir ad..  Demirhan,Taçşah,Timurhan, Rupşah, İnciko, Anber, Arzuhan  en  beğendiğim isimlerden  oldu. 

Han ünvanı, ailesinde Moğol dışında başka topluluktan insan olan Devlet Başkanı tarafından kullanılamazdı. Bunun en büyük örneği Timur'dur. Türk olan Timur -Emir- ünvanı almıştır. Türk toplumundaki karşılığı Hakan veya Kağan'dır. Moğolca da Han kelimesi Gök anlamını da içerir.*

*Vikipedia

Şimdi düşünüyorum da; Demirhan, Timurhan, Arzuhan böyle bir değerlendirmenin sonucu olarak mı  konulmuş isimlerdi?

Demirhan; Kamcı (Şamanist) gelenekte Maden Tanrısı, 

Türk- Altay mitolojisinde de Demir Tanrısı olarak geçiyor.

İçlerinde çok entresan isimlerde mevcut....Anuşe, Havvace, Sünbüle,Latofçe, Zanbako gibi

Nesilden nesile aktarılan isimlerde mevcut Şerife, Kamile, Sabriye, Fatma gibi

Sayfanın sonuna, tasfiye talepnamelerinden tasnif ettiğim, Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen Kadın mübadillerin listesini ekledim. 

Kimlerin büyük ninesinin ismi acaba?

Çoğu mübadil Fatma'yı Fatme olarak söyler. Şimdi size içinde hepimizin hayatından birer kesit barındıran acıklı bir Fatme Kadın hikayesi yazacağım.*

*Hikaye; Lozan Mübadilleri Vakfı yayını olan H.İlhami Gülcan tarafından kaleme alınan Mübadil İnsanlar adlı kitapta geçiyor.

................

Fatme kadın, İngiliz Bahçesinin üstündeki iki katlı büyük bir Rum evinden bölünmüş, iki gözlü evlerinden gün ağarırken yola koyulmuştu. Karataş'ın ancak merdivenli olursa geçit veren dimdik yokuşlarından yüyürken kayıpta aşağıya yuvarlanmamaya çalışarak Konak Meydanına indi. Akşamdan beri çiseleyen yağmurla ıslanmış, yer yer gölcükler oluşmuş, arnavut kaldırımı döşeli yolda Saat Kulesinin yanından geçerken saate bir göz attı.

-Amanın! neredeyse yedi buçuk olmuş.Bizimki uyanmadan çayını demleyeyim de laf işitmeyeyim derken oyalandım" dedim kendi kendime...gene işe geç kalacağım, bu kez de patrondan azar işiteceğim.


Tam meydanın sonundan sağa çalıştığı fırça atölyesinin bulunduğu Hisarönü'ne yönelecekken birden dondu kaldı.Gözlerine inanamıyordu. Solda Pasaport iskelesine bağlı gemi o değil miydi? Evet evet ta kendisiydi. Bu Gülcemal'di....

............

Ayakları onu iskelenin kapısına götürdü. Resmi giysili adam asık bir suratla

-Nereye hanım? Giremezsin yasak! diyerek hafiften önüne dikildi. Fatme kadın bir an için "yalvarsam yakarsam kardeş bu bizim Gülcemal...biz tanırız birbirimizi, nice anılarımız vardır onunla....bırak bir bineyim de görüp görüneyim, helalleşeyim anılarımla, hemencecik inerim.Sakın altı üstü iki haftalıktır senin o anıların deme bana, yüzyıllık ömre bedeldir.Ne olu bir dakikacık desem diye geçirdi içinden....ama görevlinin sert bakışını, asık suratını görünce anladı ki yaklaşamaz Gülcemal'e......

Aslında, hala geceleri rüyalarına giren yaşadığı o korkunç şeylerin değil, aradan geçen otuz yılda kimseye sözünü etmediği, başını kessen yine de kimselere anlatmayacağı, onunla mezara gidecek o sımsıcak, andıkça yüreğini kabartan anısının peşindeydi Fatme Kadıncık. Bazen aklına düştükçe kendisinin bile şaştığı,

''Bir rüya olmaya?'' dediği olurdu. Peki, çeyiz sandığının dibinde duran, incinir diye çıkartıp dokunmaya çekindiği o kehribar tesbih de mi rüyaydı!

On yedi yaşında, gür siyah saçlarının örgüsü belini döven, kara gözlü, kara kaşlı, alımlı, dünyalar güzeli bir genç kızdı Fatme, on gündür Kavala rıhtımında, sefalet içinde Gülcemal'i beklerken. Genç kız, yaşadıkları tüm o yokluğa, yoksunluğa karşın, rıhtımda bekleşen insan-hayvan kalabalığı içinde, endamıyla, güzelliğiyle hemen göze çarpıyor, hemen öbür kızlardan ayırt ediliyordu. Sanki, günlerdir rıhtımda o sefillik içinde değillermiş de Kavala' da Mehmet Ali Paşa Caddesi'nde gezintideymiş gibi ortalıkta dolaşan pek çok delikanlının gözleri Fatme nerdeyse oraya dönüyor, ayakları onları oraya götürüyordu. Elbette Fatme de, sürekli kendisini izleyen o anlamlı bakışların, nereye gitse hemen yanında yöresinde bitiverenlerin farkındaydı. Olan bitenden hoşnutluk duymuyor değildi de, ana babasının, ağabeylerinin, tanıdıkların anlamasından korkuyordu. Onu çevreleyen delikanlılarla yakın düşmemeye çabalıyor, hemen oradan uzaklaşıyordu. Hatta hiç göz göze bile gelmemeye çalışıyor, başını öne eğip neredeyse çenesini göğsüne yapıştırıyordu... Niyazi dışında!

Niyazi'dense değil uzaklaşmak, gözlerini kaçırmak, rıhtımın her yerinde onunla karşılaşmayı özlüyor, yanında yöresinde göremeyince telaşlanıyor, gözleri onun gür kaşlarının altında parlayan deniz mavisi gözlerini arıyordu. O delikanlıyı görünce neden yüreğinin daha bir hızlı atmaya başladığını, neden boynundan yukarı yüzünü bir sıcak bastığını bilmiyordu. Bir keresinde, çeşmeye su doldurmaya giderken ona gülümsemiş, sonra yaptığından korkuya kapılıp suyu doldurmadan gerisi geri kaçmıştı.

Fatme, ancak denizde geçirdikleri birinci haftanın sonunda, o sevecen bakışlı delikanlının adını öğrenebilmiş ve ona kendi adını söyleyebilmişti. O gece denizde hiç dalga, havada tek bir bulut bile yoktu. Tepsi gibi bir dolunay, kızın başörtüsünden taşan kuzgun siyahi saçlarından pırıltılar yaratıyordu. Fatme, bir saatten çok sıra beklediği, tam da makine dairesinin üstündeki cehennem gibi sıcak heladan çıkmış, ailesinin yanına, üst güverteye çıkmak için merdivene yöneldiğinde, birden merdivenin altından bir karaltı çıktı önüne. Oydu. Bileğinden tuttuğu gibi loş merdiven altına çekti kızı. Hızlı hızlı konuşuyordu: ''Ne olur sesini çıkarma. Az dinle beni. Kavala rıhtımından ilk gördüğümde vuruldum sana. O günden beri ne yemek gelir aklıma, ne içmek, gözüme uyku girmez, düşte gezer oldum. Rıhtımda, gemide, gece gündüz, bir an aklımdan çıkmaz oldun. Gittiğimiz yerde isteteceğim, alacağım seni. Unutma ben Kavalalı, Şaban oğlu, on beşli Niyazi. Sen kimsin, kimin nesisin?''






Korkudan, heyecandan boğazı kuruyan, gözleri kararan Fatme, Niyazi'nin sorusuna yanıt vermek şöyle dursun, güçlükle soluk alıyordu. Oğlanın elinden kurtardığı elini arkasına saklamaya çalıştı, başından kaydığını fark ettiği örtüsünü düzeltmeye çabaladı, sonra da örtüsünün ucunu parmağına dolamaya başladı. Biraz soluğu yerine gelip çarpıntısı azaldığında, başını yerden kaldırdı, oğlanın ışıl ışıl yüzüne baktı, kara gözleri deniz mavisi gözlere sarıldı kaldı. ''Fatme'' dedi zor duyulur bir sesle. ''Kavala'dan, Osman kızı, yirmi birli Fatme'' diye ekledi. Sözünü bitirir bitirmez de merdivenin altından çıkıp gitmeye yekindi. Niyazi, bu kez, yalnızca bileğini tutmakla yetinmemiş, önüne geçerek yolunu kesmişti: ''Söz ver bana Fatme, her gece bu saatte buraya geleceksin, bu merdivenin altına. Sana daha çok diyeceklerim var.''

Biraz sakinleşen Fatme: ''Ya bir gören olursa?'' diye olumsuzladı. ''Korkma kimse görmez. Ananlara 'ayakyoluna gideceğim' dersin. Hem, görürlerse görsünler. Temiz yüreğiyle bakıp gören insan ne diyecek ki bize? Sevda ayıp mıdır, günah mıdır? Yarın gece bekliyorum, unutma. İyi geceler Fatmem. Rüyanda beni göresin, e mi? Bilesin ki benim rüyalarımda zaten (h)ep sen varsın.''

Fatme, anne babasının, kardeşlerinin, üst güvertede, yere serili battaniyeler üstünde oturmuş dağıtılan tayınları yedikleri köşeye vardığında, ona hiçbir şey sorulmadan; '' Hela önünde bir kuyruk vardı, bir kuyruk ki sormayın.'' dedi. Bir tayın ve bir soğan uzatan annesine '' Benim canım yemek istemiyor. Aç değilim'' diyerek hemen kenardaki yatak örtüsünün altına girdi, örtüyü başına çekti. Hiç kimsenin bilmediği gizli bir sığınakta kendisiyle baş başa kalmak, yöneltilecek sorulardan kurtulmak, yaşadığı olağanüstü olayı ve bunu yaşatan Niyazi'nin tuttuğu eli yanıyor, göğsünden boynuna, boynundan yüzüne bir ateş basıyordu. Tüm vücudunu karnından yükselen bir titreme sardı. 



Zaten yanlarından geldiğinde kızında bir değişiklik sezmiş olan annesi, Fatme'nin örtü altında tir tir titrediğini gördü. Örtüyü araladı, kızının pençe pençe kızarmış yüzü ortaya çıktığında, büyük bir telaşa kapıldı. Gemide salgınlar kol geziyor, her gece ölenler denize atılıyordu. Genç kadın: ''Amanın, yetişin! Kızım çok hasta. Benim gül yüzüm, ceylan gözlüm ölüyor! Yok mudur bir hekim, Allah rızası için yardım edin! Ne oldu sana, neyi var, maralım?'' diye dövünüyordu. Fatme, anasının telaşı, feryadı karşısında ne yapacağını şaşırdı. Karışık duygular içindeydi. Hasta olduğu düşüncesini pekiştirecek bir şey yapsa, hastaymış gibi davransa ya da söylese olmazdı. Çünkü, aslında hasta olmadığı, hastalananlara geç de olsa bakan gemi hekimi gelince şıp diye ortaya çıkacaktı. '

Hasta değilim, yok bir şeyim' dese, durumunu açıklayamayacak, kendini ele vermiş olacak, yaptıkları anlaşılacaktı. Hiç birini yapmadı, yapamadı. Artık korkudan mı, yoksa düşleri kesintiye kesintiye uğradığı için mi bilinmez, az sonra ateşi düştü, titremesi durdu, al yüzü aklandı. Hatta kalkıp istekle tayınını yedi. Ne ailesi, ne de çevrede kümelenmiş tanıdıklar, akrabalar, mahalleliler, olup bitene bir anlam veremediler. Yalnızca, uzaktan akraba bir nine, bilmiş bilmiş başını iki yana sallayarak; ''Genç kızlarda olur böyle. Kendiliğinden geçer. Telaşlanmayın.'' diyerek konuya noktayı koydu. Başını elindeki oyaya eğmiş kıs kıs gülüyordu.

Sonraki günlerde, nereye giderse gitsin; ister helaya, tayınlarını almaya, su doldurmaya, ister komşu kızlarıyla kıç güvertesinden geminin ardında bıraktığı köpükleri izlemeye, hep yanında aileden bir oldu. ''Ne olur ne olmaz, kızın başı döner, bayılır, denize düşer maazallah!'' diye.

Yaşadıkları Fatme'nin aklından hiç çıkmıyor; nereye gitse, ne yapıyor olsa hep Niyazi'yi düşünüyor; her gece o saat geldiğinde ne yapıp edip hela yolundaki merdiven altına tek başına gitmenin çaresini bulmaya çalışıyordu. Olmadı. Hiç yalnız bırakmadılar.

Fatme'yi, Pasaport rıhtımında, geminin pruva palamarının bağlandığı, ıslak, soğuk babanın üzerinde, gözleri kapalı, soğuktan mı, zihnine üşüşerek tüm benliğini sarıveren anılarının yoğunluğundan mı bilemediği nedenden tir tir titreyerek otururken en çok sarsan, yeniden görülen bir rüya gibi, ama capcanlı gördükleriydi;

... Aynı bugünkü gibi, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı, soğuk, bir 1340 yılı kasım sabahı, o ağızsız dilsiz, o canım Gülcemal, yine bu rıhtıma yanaşmıştı. Görevliler bas bas bağırıyorlardı; ''İzmir'e geldiiik. Herkes acele toparlansın. Buradan dağıtım olacaksınız. Acele edin.'' Herkes çarçabuk bir kaç eşyasını, topladı, denkler sırtlara vuruldu. Hayvanlarının iplerini, tavuk kafeslerini aldılar ellerine. Fatme'nin payına, kıyamayıp bir aylık oğlağıyla yanlarına aldıkları maltız keçisi düşmüştü. Çoluk çocuk, genç yaşlı kalabalık, inim inim inleyen, gıcırdayan bucurgatlarla rıhtıma indirilen merdivene yönlendirildi.

Ellerinden sımsıkı tutulan küçüklerle birlikte ağabeyleri ablaları en önde, onların arkasında ana babası, en arkada da yürümeye direnen keçiyle oğlağın iplerini çekiştiren Fatme yürüyor, aslında yürümüyor da kalabalıkta sürükleniyorlardı. Herkes gibi onlar da, dirsek dirseğe, omuz omuza yürümeye çalışarak, insan yığınının başları üzerinden geldikleri yeri görmeye, bilinmezi bilinir kılmaya çalışıyorlardı. Fatme, böyle çevreye bakınıp her ayrıntıyı belleğine yazmaya çabalar görünürken, aslında, gözleriyle değil yüreğiyle bakarak başka bir şeyler görmeye çabalıyordu. Sonunda aradığını sağ omuz başında buldu: Niyazi birden ortaya çıkmış, omzuna dokunarak, alçak sesle: ''Fatme'' demiş, bileğinden tuttuğu gibi yandaki bir kapı aralığına çekmişti. İkisi içeride, Fatme'nin sıkıca iplerini tuttuğu keçi ve oğlak dışarıda kalmıştı. O daracık aralıkta, Niyazi birden omuzlarından yakalayıp Fatme'yi kendine çekti, öpüverdi. Otuz üçlük kehribar tespih uzatarak; ''Gittiğimiz yerde, tez zamanda bulacağım seni. Mutlaka bulacağım. Al, bununla beni anarsın, rahmetli dedemindi'' dedi. Fatme, sımsıkı tuttuğu iplerin elinden kayıverdiğini duyumsadı. Başı dönen gözleri kararan kız, yanan dudakları arasından yalnızca, ''Keçi Uğlak!'' diyebildi.. Kendini toplayıp kapıya yekindi. Arkadan iten insan yığınının baskısıyla, keçiyle, oğlağın peşi sıra o da hızla ileri aktı. Dönüp dönüp arkasına bakarak ilerledi merdivene doğru.

      Niyazi'nin yüzünü en son, kalabalıkta getirildiği merdiven başında, yaşlarla ıslanmış gür kirpikleri arasından gördü: Niyazi, elini yumruk yapmış, gözünü ovuşturuyordu. Aralarında yalnızca üç dört kişi vardı. Ama, öyle uzaktı ki!...
Fatme Kadın, ''Sen ne yapıyorsun burada, bu yağmur altında, bir saattir, be kadın? Deli misin, nesin?'' diyen üniformalı bir
pasaport görevlisinin sesiyle, kendine geldi. Rıhtım babasının üzerindeki ıslak, soğuk dünyaya, 1954 yılının o kasım sabahına döndü. Telaşla ayağa fırladı, örtüsünü düzeltti. İşine doğru bir koşu tutturdu. Hayrettin Bey bugün mutlaka kovacaktı onu.
Rıhtıma bağlı Çanakkale Vapuru, arkasından önce kapkara bir duman salıverdi bacasından. Sonra kaptan düdüğe asıldı.
                                                                         Ekim 2008, İstanbul
                                                                       Sevgilerimle


Başka bir Fatme'nin kızı Nurten ile Güngör'ün nikah töreni





27 Aralık 2020 Pazar

SEN MUHACİRSİN!!!!!!! NERAYDA ALİ AKMONA BARAJ GÖLÜ FOTOĞRAFLARI EŞLİĞİNDE


Merhaba  

Kırımşah'lı Arap Demiroğlu'nun kaleminden  ailesine ait hikaye aşağıda...herkesin ailesinden bir parça gibi........ fotoğraflar Kozana'ya bağlı Ali Akmona baraj gölüne ve köyüne ait......



Evimizin arkasındaki okul yeni açılmış bende birinci sınıfa kayıt olmuştum. Siyah önlük, kolalı yaka ile mahalle arkadaşlarımla okul yolunu sevinç ile tutmuştuk. Sınıfımız belli oldu öğretmenimizin eşliğinde sınıfımıza geldik. Sınıfta arkadaşlarla kaynaşmaya başlamıştık. Bir çocuk evimizi sordu, evimizi sınıfın penceresinden gösterdim bana ;


- sen muhacirsin o zaman deyince ben cevap veremedim.

Aksamı dört gözle bekledim, babam dükkânımızı kapatıp az geç gelirdi. Anneme muhacir sözcüğünün ne demek olduğunu sormadım, çünkü onun okuması yazması yoktu, bilemez diye düşündüm. Babam nihayet geldi ben karşısına dikilip yüzüne bakarak;


- Baba biz muhacir miyiz?

- Evet, oğlum biz muhaciriz.

- Muhacir ne demek baba?

- Babam ; otur bakalım şöyle karşıma dedi anlatmaya başladı. Oğlum bizler Sungurlu'ya Selanik’ten geldik, onun için biz muhacir olduk.

- Baba neden Selanik’ten buraya geldik peki?



- Oğlum bizler 600 yıl Osmanlı Devleti bayrağı altında Selanik’i idare ettik. Sonra Selanik Yunanların eline geçti 12 yılda Yunanlıların idaresi altında kaldık. Bizim bu muhacirliğimiz ikinci defa: ben doğmadan balkan savaşı olunca biz bölgece bir tarafa göçmüşüz, sonra oradan yeniden köyümüze dönmüşüz. İşte o günlerde Yunanlıların emrine girmişiz. Atatürk kurtuluş savaşını kazanınca bizleri oradan Yunan egemenliğinden kurtarmak için Anadolu yaşayan Rumlarla bizleri mübadele yaptı. İyi hatırlıyorum oğlum; köydeyken bizim köye 300 hane Rum geldi onlarla dört ay beraber yaşadık. Sonra Selanik’e geldik. Üç ay orada çadırlar içinde bekledik, gemi gelmesini. Bir gün gemiye bizi doldurdular sizler Anadolu’ya gidiyorsunuz dediler gemi hareket ederken kimi insanlar sakladıkları silahları çıkartarak Selanik’e doğru ateş etti. Vapur yolculuğumuz böylece başladı vapurda küçük kardeşim Kasım öldü. Onun ölüsünü denize attılar. Bir gün İstanbul’a geldik. İstanbul’da zenginin birisi; gemideki insanlara sıcak ekmek helva dağıttı, günlerce sıcak yemek yememiştik. Bir hafta yolculuktan sonra Samsun'a çıktık. O gün yaylılarla Ordu'ya doğru hareket ettik. Ordu’da iki ay kaldık. Orada sıtmadan insanlar ölmeye başlamıştı, biz yeniden göçe başladık. Çorum’un Mecitözü ilçesinin Karaca öğren köyüne yerleştik. Bu köyde altı ay kaldık. Dedenin abisi Sungurlu'ya gelmişti. Abisinin yanına gelmek istedi bizde buraya yerleşmiş olduk.

- Peki baba komşularımız diğer insanlar onlarda mı muhacir?

- Evet oğlum onlarda muhacir.. kimisi bizim köyden Kırımşalı, kimisi Cumalı, kimi gelinlerimiz ise başka köylü yani Uçanalı, Katransa, Gırametikli, Kölemezli ama ağırlıklı olarak bizim köylü ile Cumalı burda.

- Peki baba oradaki mallarımız ne oldu ?

- Onların hepsini orada bıraktık yedi yüz koyunumuz, beş yüz dönüm arazimiz vardı hep orda kaldı orda zengin iken, burada fakir durumuna düştük.

- Baba biz Selanik’e nereden gitmişiz.?

- Oğlum biz oraya Konya’dan göçmüşüz. Bizler Yahya Bey Yörüklerindeniz.

derdi rahmetli o günkü çocukluğumla muhacirliğimi anlamış muhacir oluşumdan da her zaman gurur duymuşumdur.

Arap Demiroğlu

İkinci kuşak mübadil

Aile tarihine ait hikayeyi bizimle paylaşan Arap bey'e teşekkürler                                                                                     Sevgilerimle




2 Ocak 2020 Perşembe

KARAFERYE DE SON EZAN........



Selanik Hamidiye Camii Şerifi fotoğrafları 


Selam
Aşağıda okuyacağınız hikaye mübadele hikayeleri arasında en çok içimi acıtanlardan biridir. 


"Müezzin İsmail Efendi yıllardır hergün beş defa çıktığı minareye bu defa adımlarını zorlukla atarak yavaş yavaş çıktı.
Gecenin sessizliği ve serinliği içinde ovanın karanlığına, aşağıdaki evlerin zayıf ışıklarına baktı.
Daha önce yüzlerce defa okuduğu ezanın, atalarının yüzyıllardır yaşadığı bu küçük kasabada son defa yankılanacağını düşünerek ellerini kulaklarına götürdü. Derin bir iç geçirerek gözlerini kapattı. Sicim gibi yaşlar kır düşmüş sakallarına doğru süzülürken, yanık bir sesle yatsı ezanını okumaya başladı.


Yağ kandilleri ile aydınlatılmış camide imam efendi ve cemaat başları öne eğilmiş gözlerinden süzülen yaşlarla İsmail efendinin okuduğu yatsı ezanını son defa dinlediler. Kasabanın en uçtaki evlerine kadar bütün kasabalılar aynı hüzün ve sessizlikle başları önde ezanın bitmesini beklediler.Bir daha bu topraklarda ezan sesinin duyulmayacağı düşüncesi hepsinin yüreğine taş gibi oturmuştu.

İmam Şefik efendi son rekatı kıldırıp selam verdiğinde cemaatin hıçkırıkları sessizliğin içinde yankılanırken sanki yarın her biri bir tarafa dağılmayacakmış gibi belki de birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklerini düşünmeden birbirleriyle konuşmadan başları önde kafalarında bin birşey evlerinin yolunu tuttular.
Cemaatin tamamı dağılınca Şefik Efendi kapıda dikilen müezzin İsmail Efendi'den başka kimsenin kalmadığını gördü.
"Sende gidebilirsin İsmail efendi" dedi
Kapıyı ben kapatırım.
İsmail Efendi boğazına düğümlenen acıyla hiçbir şey diyemeden ağır adımlarla çıktı.
İmam Şefik efendi cübbesi ile olduğu yere çöktü. Sarığını çıkardı. Usulca yanına koydu. Küçücük bir çocukken dedesi ile bu camiye geldiklerini, camide kılınan bayram namazlarını, avluda bayramlaşmalarını, cami hocasından gördüğü dersleri aklından geçirdi.
Birisi bu tarihi camide son namazı kendisinin kıldıracağını söylese idi herhalde kötü bir rüya diye düşünürdü. Ama işte önce söylenti şeklinde duydukları sonra jandarma kumandanı ve cemaat liderleri tarafından resmen de bildirilen o gün gelmişti.
Yüzyıllardır yaşadıkları bütün atalarının gömülü olduğu bu toprakları yarın terk edeceklerdi.Bu tarihi camide son namazı kıldırmak ta ona düşmüştü.Kaç nesil görmüş bu tarihi cami kendi kaderine, yalnızlık içinde yok olmaya terk edilecekti.
İmam Şefik Efendi çöktüğü yerden yavaşça kalktı.
Sarığını kafasına geçirdi. Kandilleri tek tek söndürdü.Son kalan kandilin titrek ışığında ağır ağır mimbere çıktı. İçinde Kuran-ı Kerim bulunan bohçayı yavaş yavaş açtı.Bohçanın içinde sarılı eskimiş ciltli kitabı öpüp başına koyduktan sonra koynuna soktu.
Kasabadaki bütün evlerin pencerelerindeki solgun  ışıklardan kimsenin yatmadığını, yatamayacağını anladı. Gecenin serinliğinde içinden "Allah yardımcımız olsun, camimiz de atalarımızın ruhlarına emanet olsun" diyerek gözlerinden süzülen yaşlarla arkasına bakmadan ağır adımlarla karanlığın içinde kayboldu.
.........
Hikaye burda bitti mi, aslında yeni mi başlıyor.......

2006 senesinde ilk defa Yunanistan'a gittiğimde eskiden Osmanlı'nın olan vatan topraklarında kalan camilerin, türbelerin, bedestenlerin bakımsız acıklı halleri içimi çok acıtmıştı. Hele camları kırık, döşemeleri çıplak, şerefesi yıkık, etrafı telle çevrili bir cami beni çok etkilemişti. Caminin önünde düşüncelere daldım. Bu camide kim bilir ne bayram namazları kılınmış, insanların huzur içinde asırlarca ibadetlerini yerine getirmişlerdi. Ama şimdi cemaatsiz, bakımsız, duvarlarında incir ağaçları bitmiş durumda yok olmayı bekliyordu. Caminin insanlarının oraları nasıl bırakıp gittiklerini düşündüm. O camide son defa ezan okunmuş,son defa namaz kılınmıştı. Sonra kapıyı kapatıp gitmişlerdi.
Sanki bir güç belki de atalarımın ruhları adeta fısıldadılar ve bu öyküyü yazdım.
............
Aradan bir yıl kadar geçmişti, bir gün mail adresime tanımadığım birinden mesaj geldi.
İzmir'de yaşayan Suphi bey internette ailesinin memleketi Karaferye ile ilgili arama yaparken bu öyküyü okumuş.Öyküde adı geçen müezzin İsmail Efendi'nin dedesi olduğunu, mübadeleyle gelip yıllarca Çeşme Yukarı Camii de hocalık yaptığını, vefat ettiğinde de bu caminin haziresine defnedildiğini söylüyor ve mesajını
"Dedemi nereden tanıyorsunuz?" sorusuyla bitiriyordu.
Ben müezzin İsmail Efendi'yi tanımıyorum ki............
çok şaşırmıştım.
Kurmacayla, gerçek örtüşmüştü.
Memleketlim Suphi beye rahmetli dedesini tanımadığımı, ama kurmacanın bu kadar isabetle gerçekle örtüşmesinin ilahi bir mucize olduğunu yazdım.
Suphi bey bir de nur yüzlü dedesi İsmail Efendi'nin yaşlılık fotoğrafını göndermişti.
Öyküdeki kişilerden birisi böylece ete-kemiğe bürünmüştü."
............................................

Teşekkürler Erol Uzsoy, teşekkürler İskender Özsoy

Sayın İskender Özsoy'un Selanik'te Sela sesi adlı kitabında yer alan Erol Uzsoy tarafından kaleme aldığı güzel hikaye......

                                                                                Sevgilerimle

   

BU BİR MÜBADELE HİKAYESİNİN ANLATILDIĞI RADYO HİKAYESİ

KOZANA HATIRALARI......

Selam Mübadil insanların fotoğraflarıyla birlikte bir mübadele hikayesi anlatımı burada....Bakalım kimlerle ortak hikayelerimiz var?...