SELANİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SELANİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2021 Pazartesi

DOYRANLI CEMAATİ İLE TAŞKÖPRÜ KÖYÜ TARİHİ

 

Doyranlar köyü-Yenipazar-Şumnu'dan,  Taşköprü- Afyon-Sultandağı'na....


Yukarıda gördüğünüz sol tarafta bulunan Namazlağ günümüze kadar ulaşan Hacı Hasanlar sülalesinden Somunculardan miras......1930'lu yıllarda Doyuranlarda dokunan misafirler için üç-dört kişinin yanyana namaz kıldığı kök boyalı kilim 





Doyranlar cemaatinin Türkiye'de ki köyleri


Talip dede ve eşi Ayşe nine.....soyadları Parlar
Bulgaristan Doyranlardan 1927 yılında göç etmişler. Yanlarındaki torunları İsmail Parlar
Çifteler Köy Enstitüsü öğrencisiyken


Doyranlar köyü Osmanlı Tahrir (vergi) defterlerinde ilk olarak 1538 tarihli  kayıtlarda görülmektedir. Bu dönem Kanuni Sultan Süleyman dönemidir. "Zaviye-i Doyran" ve "Çoban Pınarı"  olarak kayıtlıdır. Kuruluşta 3 hane ve 4 bekar nüfus vardır. İlk hane de İdris dede oğlu Hüseyin dede kayıtlıdır ve zaviyenin şeyhi olarak görülmektedir. (Günümüzde Hacı Hasanlar olarak devam eden sülale olma ihtimali vardır. Dede-torun isimlerinin İdris ve Hüseyin olarak özgün isimler olması, silsilenin devam ettiğini düşündürmektedir)

Daha sonra Anadolu'dan iskânlar devam etmiş nüfusu artarak 1557 yılında Kılavuzlar adında ayrı bir mahalle kurulmuştur. Çiftçilik ve hayvancılık (rençber) yaparak geçimlerini sağlarlardı.

1925 yılı nüfus sayımında  296 hane ve 1410 nüfus görülmektedir. Günümüzde Şumnu-Yenipazar-Doyranlar köyü 1902-1927-1939-1951-1968-1989 tarihlerinde Türkiye sınırları içine göç etmişlerdir. Afyon-Sultandağı Taşköprü köyüne 1927 yılında  Kara Mustafalar (Kara Hasan- Kara Hüseyin) Mehmet Güveyi'ler, Terzi Aliler,Topallar, Kara Mustafa'nın kardeşi Kara Halil, Kayseri'ye Şahlılar, Afyon Merkez köye 1939'da Hacı Hasanlar sülalesi ile Zobu'lar, İzmir Menemen Maltepe'den Taşköprü'ye, Kayseri Bünyan'a, Bursa, İstanbul, Edirne gibi yerlere yerleşmişlerdir. Mevcut kalanların ilk kurucularla hemen hemen hiç bağlantıları kalmamış olup, göçenlerin yerlerine Bulgaristan içinden Şop Bulgarları yerleştirilmiştir. 2008 yılı nüfus sayımında 124 hane, 566 nüfus görülmektedir.

Taşköprü köyü 1928'de köy olarak kaydedilmiştir. Şu anda ki yerinin biraz daha doğusunda "Gavurun çiftliği" adı verilen yere kurulmuştur. İlk yerleşimde mevcut samanlık,ahır gibi yapıların temizlenip, bölmelere ayrılmasıyla oluşturulan evciklere yerleşilmiştir. 1933-1935 yıllarında ki kuraklıkta Akşehir gölü tamamen kurumuş ve köy dağılmıştır. 1937 yılında tekrar geri dönerek şimdiki yerinde Akarçay'ın batı kenarına kurulmuştur.Köyde Motorcular sülalesine ait bir adet değirmen, Karamehmetlerin  bir adet pekmezhane-şekerpancarından, bir adet köprü, Pipicilerin köprü başında petrol istasyonu vardı. Çiftçilik ve Hayvacılık yapıyorlardı. İlk kuruluşu tamamen göçmen köyü olsa da 1968 tarihinden sonra Akşehir gölünün taşması, arazilerin göl altında kalması ve Türkiye'de sanayileşme neticesinde çoğunluğu Eskişehir, Manisa-Salihli, Bursa, Kocaeli, İzmir, İstanbul gibi büyükşehirlere göç etmişlerdir. Göl taştığında balıkçılık (sazan,turna,kerevit,çapak,tatlı su kefali) hasırcılık ve kamışçılık yapılmıştır.

Rumeli'de iskânda birçok isim cemaat adından gelmektedir. Doyuran cemaati yörüklerin arasında bayağı nüfuzlu özel bir cemaat olup, Makedonya'da da bir gölün adı olmuştur. (Bazı kaynaklarda Toyranlar da denilmektedir) Avşar Türkmenlerinden Oğuzların Bozok kolundandır. Eldeki verilere göre Doyran boyuna ilk kez 11.yüzyılda Türkmenistan'da rastlıyoruz. Daha sonra yaşanan savaşlar ve Moğol baskısıyla Anadolu'ya göç ediyorlar. Adıyaman'dan başlamak üzere Anadolu'da Kuzey ve Güney istikametlerine ayrılıyorlar. Bugün bile Türkiye'nin farklı yerlerinde Doyran ismi ile köyler vardır. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ise boya mensup aileler Balkanlara göç ediyor.Anadolu'da yoğun olarak bulundukları böle Sis Sancağı (Merkez Adana-Kozan) Adana ve Maraş bölgesidir. Öncesinde ise Dulkadiroğlu Beyliği içindedirler. Ayrıca Doyranlı cemaati Köpekli avşarının bir obası olarak bilinmektedir.

Doyranlı cemaati ile ilgili bilgiler için Sayın Hasan Parlar'a teşekkürler......

Sevgilerimle

29 Mayıs 2021 Cumartesi

AKSAKLILI HAYDAR GİBİ SESSİZLİK YEMİNİ EDENLERİN HİKAYESİDİR BU.......




Haydar..... Aksaklılı Haydar...1912 Yunanistan Kozana doğumlu....
Baba adı Mustafa, anne adı Ayşe...Köyün isminin halk arasında birçok söyleniş şekli vardı.İsaklı, Ağsaklı, Aksakallı...şimdiki ismi ise Lefkara.....Rumeli'de huzursuzluk başlamadan önce tek katlı, iki odalı, iki ara hayatı, dört ara saman hanesi, iki ara ahırı olan, iki merkebi, üç keçisi, bir koyunu ile 34 dönüm arazisinde çavdar, mısır,arpa ve 4 dönüm bağında her çeşit üzümü yetiştiren bir çiftçi......
Vatanları Rumeli'yi terk etmeyi hiçbir zaman düşünmemişler.  Taa ki yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Osmanlı tebaası Yunan-Bulgar-Arnavut çeteler onları öldürmeye başlayana kadar....
Bu huzursuz dönemde Haydar'ın babası Mustafa; köyde ki diğer aranan erkeklerle birlikte dağlara çıkar. Yaklaşık 10 yıl dağlarda çetelere karşı savaşır. Bir gece karısı Ayşe ve oğlu Haydar'ı görmek için köye indiği sırada, yakın akrabası tarafından Yunan çetecilere ihbar edilir, tuzağa düşürülüp öldürülür.
Bu olaydan birkaç yıl sonra annesi Ayşe'de ölür.
Bu kargaşa durumu 1912 Balkan Savaşları ile başlayıp, 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşmasına kadar sürdü. Ondan sonra sancılı yıllar...
Büyük göç mübadele.....



Haydar hem öksüz, hem yetim tek başına kalakalır.
Bu sırada 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması imzalanır. Din esaslı olarak yapılan mübadele antlaşma kurallarına göre; Batı Trakya hariç, Yunanistan sınırları içerisinde kalan Müslüman Türklerle, İstanbul hariç Anadolu'da yaşayan Ortodoks Rumların yer değiştirmesine karar verilir.
Mayıs 1924'de tasfiye talepnameleri kişilerin beyanlarına göre doldurulmaya başlanır ve Temmuz 1924'de Rumeli'de Anadolu'ya göç başlar. 
Mübadelenin ne olduğunu bilmeden -Gazi Paşa çağırmış diyerek yola çıkarlar.
Bir hafta boyunca sefalet içinde yürüyerek Selaniğe varırlar. Yaklaşık  bir ay Selanik'te  Beyaz (Kanlı) Kule'nin orada kendilerini Anadolu'ya götürecek gemiyi beklerler. On gün süren gemi yolculuğundan sonra Haydar; Aliye ile Samsun'a ayak basar. 
Mübadele başladığında Haydar 12 yaşında ve kimsesiz....
O zamanlar kimsesiz çocukları aynı veya yakın köyden yalnız bir kadının yanına vererek Türkiye'ye göndermişler. Haydar'ı da  Aliye isimli bir kadınla birlikte Türkiye'ye göndermişler. Burada Nevşehir-Derin kuyu-Su vermez köyüne yerleştirmişler. Aile de hiç kimse Aliye'yi tanımıyor. Ama Su vermez köyü muhtarlığında Haydar'ın annesi olarak kayıtlı....Daha sonra Haydar Adana'ya, sonra da Ceyhan'a gidiyor. 17 yaşında askere alınıyor. Üç kez askere çağrılıyor ve toplamda 7 yıl askerlik yapıyor. Bu arada Fatma ile evleniyor, dört çocukları oluyor. Yıllarca yokluk içinde göç yollarında hayata tutunmaya çalışırlar. Tam her şey yoluna girdi derken Haydar ortağı tarafından sırtından bıçaklanarak öldürülür.
Bundan sonrası ise dört çocukla kalakalan Fatma için tam bir felaket...Yıl 1945 dul kalan genç bir kadın....kadınların çalışmasını ayıplayan bir zihniyet....başında durulması gereken ama durulamayan bir otel....elinden kayıp giden malları, sahte altınlarla ellerinden alınan mübadil tapuları....arkasından gelen derin fakirlik ve tekrar küllerinden doğmaya çalışma hikayesi.....

Yunanistan'da doldurulan tasfiye talepnameleri mübadil çocukları için çok değerli... Karanlıkta kalan geçmişlerinin belgeleri.... Dört suret olarak doldurulmuş. Suretler  Yunanistan'a,  Türkiye'ye, Mübadele Komisyonuna (büyük ihtimalle Lozan'da) ve mübadillere verilmiş.
Mübadele sırasında mübadillerin taşınması için Yunan hükümeti gemiler tahsis etmiş, seyahat için bir değer biçmiş ama bunu kabul etmeyen Türk mübadillere Türk Hükümeti kendi vapurlarını göndereceğini bildirmiş. Bu yolla zaten yoksul olan Türkiye Cumhuriyetinin parasını içerde tutmayı istemişler. İstanbul ve çevresine getirilecek göçmenler için kişi başı 300 kuruş, Karadeniz,Mersin ve çevresi için kişi başı 600 kuruş bedel alınmış. Bu parayı ödeyemeyeceğini belirten mübadillerin parasını Vapurcular Birliği öder. Haydar'ın tasfiye talepnamesinde ücretli yolculuk yazıyor.

Nesiller boyu kulaktan kulağa aktarılan hikayeler tasfiye talepnameleri ile belgelenir. Dedeler, nineler, lakapları, babalarının isimleri, geldikleri köyler, yaptıkları işler, evlerinin özelliği gibi birçok bilgi tasfiye talepnamelerinin okunması ile torunlarının eline geçmiş oluyor.

İşte böyle....Annanem Fatma ile Dedem Haydar'ın hikayesi.....

Bu hikaye, tasfiye talepnamesinin çevirisi sonucu orta çıkmıştır. Haydar dedeme ait çevirisi yapılmış orijinal tasfiye talepnameleri küçük bir güncelleme yazımı okuduktan sonra aşağıda...


GÜNCELLEME




4 yıllık emeğimin sonucu olan kitabımı 2018 yılında yayınladım. Vefa örneği olmasını istediğim için ; doğduğu toprakları bir daha göremeyen buğulu,elâ gözlü tüm mübadillere ithâf ettim. 
Umarım birçok mübadile faydası olur. Kitabı almak isterseniz eğer sertaccihan@hotmail.com adresinden veya 05386748294 nolu whatsapp hattından bana  ulaşmanız  yeterlidir. 

Memleketten-Vatana Sessizlerin Hikâyesi
1915 Yunanistan Kozana seçmen kayıtlarında Türk ve müslüman nüfusa ait bilgiler ve mübadele
adlı kitabımın arka kapak yazısıdır. 

"Kimlik arayışına girdiğimde karşıma çıkan mübadele ve mübadillik idi. Konuyu araştırmaya başladıkça "mübadele bağlamında" tarihin sunulma ve anlaşılma biçimindeki yanlışlığı görmeye başladım. Çoğu mübadil torunu atalarının isimlerini bilmedikleri gibi, nereden geldiklerini, niçin geldiklerini de bilmiyorlar. Bu durum çocuklarımıza kültür aktarımı yapamadığımızın çok net bir kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Bir toplumun mensubu olmak, o toplumun oluşma sürecinde ortaya çıkan kültürünü taşımak yükümlülüğünü de beraberinde getirir. Bireyler arasındaki zincir koptukça kültürsüz toplumlar ve kültürsüzleşme ortaya çıkmaktadır.
Bu kitapta kaybedilen Balkan savaşlarından sonra Yunanistan devleti sınırları içinde kaldığı için Yunan vatandaşı sayılan ve bu nedenle 1915 yılında yapılan Yunanistan genel seçimlerinde oy kullanan, Selanik Kozana eyaletine bağlı 61 köyde yaşayan 16 yaş üstü toplam 5140 Türk-erkek-müslüman nüfusa ait bilgiler ve lâkapları bulunmaktadır. Birçok Türk ailenin soyadlarının kaynağı bu lâkaplardır.

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması kapsamında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan "Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol" gereği Rumeli'den Anadolu'ya gelen Türkiye'nin Yunanistan doğumlu yeni vatandaşları ülkelerinin ekonomik,siyasi ve kültürel biçimlendirilmesinde kilit taşı oldular"



















18 Mayıs 2021 Salı

GÜMÜLCİNE DEDEAĞAÇ KAZASINA BAĞLI TÜRK KÖYLERİ VE İSKANDA YAŞANANLAR




Gümülcine Sancağı Hükümet Dairesinin resmi açılışı

Selam
Aşağıdaki yazı da 
 birçok mübadil torununun  bilmediği Türkiye'ye geldiklerinde iskanın nasıl yapıldığı  ve kriterlerin neler olduğu  dair bilgiler yer almaktadır. Yazının sonunda Dedeağaç'a bağlı köyler ile Türkiye'ye geldiklerinde yerleştirildikleri yerler yer almaktadır.

Nedim İpek'in Mübadele ve Samsun isimli kitabından
................ 
                                                                Sevgilerimle

Mübadil ve göçmenler zamanla meskun bulundukları meskenlerden çıkarak başka bir meskene taşınabilmişlerdir. Şehir dahilinde mesken değişikliğinin sebepleri şunlardı:
1-Bazı göçmen aileleri, adına tahsis edilen meskenin küçük olması sebebiyle sosyal şartlarına uygun başka bir meskene nakledilmişlerdi. Tahliye edilen mesken ise daha az nüfusa sahip göçmen ailelerine tahsis edilmiştir. Adına mesken tahsis edilenler, pansiyon şeklinde inşa edilmiş olan Rum evlerine yerleştirilmişlerdi. Pansiyon odaları ve müştemilatı kalabalık aileleri barındıracak konumda değildi. Bu nedenle kalabalık ailelere iki ayrı oda tahsis ediliyordu. Odaların birinde mübadil veya göçmen var ise; yerinden çıkartılıyor ve başka bir semtteki meskene yerleştiriliyordu. Bu durum şehir içinde sürekli bir mesken değişikliğine sebebiyet veriyordu. Ayrıca iskân edildiği tarihte aile fert sayısı az iken doğum ve evlilik gibi sebeplerden dolayı nüfusu çoğalan ailelere tahsis edilen oda sayısı arttırılıyor veya nüfusuna uygun başka meskenlere aktarılıyordu.
2-Samsun mürettibi iken adi iskan hakkından feragatla Samsun Mıntıka Müdüriyetinin izniyle başka bir yerleşim alanına giden mübadillerden vekaletin onayını alamamış olanlar Samsun'a iade edilmişlerdi. Bunlar terk edilmiş binalara yerleştirilmişlerdir.
3-Bekar mübadillerin adi iskân hakkı yoktu.Ancak evlenmeleri halinde bu hakkı elde ediyorlar ve kendilerine mesken tahsis ediliyordu. Öte yandan yerli bir erkekle evlenen mülteci ya da mübadil kadınların boşanmaları halinde adi iskân hakları oluyordu. Bu gibilere de hane tahsis edilmişti.


Gümülcine Jandarma ve Polis Dairesini gösterir fotoğraf

4-Şehrin kenar mahallerinde iskân edilen mübadiller eğitim çağındaki çocuklarının kolay bir şekilde okula gidip gelmesini sağlamak maksadıyla okula yakın meskenlere nakledilmişlerdi.
5-Mübadillerin bir kısmı ise kendilerine tahsis edilen meskenlerin okul sahası veya sair devlet dairesi olması sebebiyle bu gibi meskenlerden çıkartılarak başka bir meskene nakledilmişlerdir.
6-Adına tahsis edilen meskenin belediyece yıkımına karar verilenler başka bir mahalleye nakledilmişlerdir.
7-Dul kadınların şehirde adiyen iskân hakkı vardı. Dul kadınlardan bir kısmı geldikleri zaman damadı ve sair yakınlarının yanlarına yerleşmişlerdi. İleriki tarihlerde bunlardan bir kısmı ayrı bir meskene çıkmak istemişlerdi. 1927'de dul kadınların durumunu görüşen İskân komisyonu bunların adiyen iskânını uygun görmeyerek gerekli belgelerin olması halinde,tefvizen ev ve dükkan tahsisi yoluna gitmiştir. Buna karşın bir çocuğu ve akrabaları nezdinde ikamet eden dul bir kadın Reşadiye mahallesinde  metrûk bir haneye yerleştirilmiştir. (6 Kasım 1926) Yine kızı ile 
birlikte şehirdışında bulunan bir meskene iskân edilen dul kadın ileriki tarihlerde müracatı üzerine şehir dahilindeki Reşadiye mahallesine yerleştirilmiştir. (14 Mart 1927)
8-Köyde adına mesken inşa edilmemiş olan çiftçi göçmenler geçici olarak şehir ve kasabalarda bulunan terk edilmiş binalarda barındırılıyorlardı. 1927 tarihi itibariyle bu gibilerden bazılarına şehirde mesken tahsis edilmemişti. Bunun üzerine sözkonusu mübadil ve göçmenler kiraladıkları meskenlerde barınmaya çalışmışlardı. Bunlardan köydeki meskeninin inşası bitenler şehirden çıkartılmaya çalışılmıştır. Bazı mübadiller köye gitmek istemiyordu. Bu gibiler polis vasıtasıyla şehirde adına tahsis edilen meskenden çıkarılmaktaydılar.
9-Samsun'da mübadele öncesi Kırım,Yenipazar ve Şark mültecileri ile Balkan savaşları göçmenleri adi iskân derecesinde iskâna elverişli boş meskenlere yerleştirilmiştir. Söz konusu mülteci ve göçmenlerden memleketinde veyahut başka mahalde adına kayıtlı taşınmaz mal bulunanların iskân hakkı bulunmuyordu.Bu gibiler kendilerine tahsis edilen meskenlerden çıkartılmışlardır. Bu arada adi iskân işlemini zamanında yaptırmayan mübadiller kasaba ve şehirde kiralık meskenlerde ikamet ediyorlardı. Bu gibilerden yardıma muhtaç olanlara vekaleti izni ile adi iskân derecesinde metruk hane tahsis edilmekteydi.*





Gümülcine'ye bağlı Dedeağaç'tan gelenlerin Türkiye'ye geldikten sonra yerleştirildikleri yerler aşağıda

İzmir Karşıyaka
Adana Eski İstasyon mah.
İzmir Karantina,Bergama,Altınova
Denizli Sarayköy
İzmit
İstanbul,Silivri,Çanta köyü
Adana,Karasofu mah.
Samsun Çarşamba
Antalya
Manisa Sarımsakçı mah,Soma
Zonguldak
Bursa,Demirkapı,Muradiye
Edremit, Kurşunlu mah
Konya,Gazi Alemşah mah
Samsun,Bafra
İzmit, Bahçecik


Gümülcine'ye bağlı nahiyelerin, köylerin ve mahallelerin  adları aşağıda 



KÖYLERİ


NAHİYELERİ
Hamidiye
Fener

Kırcaali kazası
Kalfalar
Karagöz

Hasköy nahiyesi
Okçular
Osmanlı

Yenice nahiyesi
Kolar/İskeçe
Koyunköy/İskeçe
Eğridere kazası
Denizli
Karasinan



Sakarkaya
Şehreküstü


Tusçezir
Dalışman/İskeçe


MAHALLELERİ




Sağir Narlı Bahçe mah.



Aşcı Hasan mah.



Hacı Yavaş mah.



Mahkeme mah.



Çay mah.




Aşağı mahalle




Muhacir mah./İskeçe



Gazhane mah./İskeçe



Camii Atik mah.



Barut mah.




Yassıviran mah.



7 Mayıs 2021 Cuma

FATME KADININ HİKAYESİ..........




Anılarını hiç yitirme kızım,

en acılarını bile........ 

*Mübadil insanlar kitabının önsözü


1924'de Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen  kadınların adlarının tasnifini yaparken,  içlerinde çok ilginç isimlere de rastladım. Mesela Zilkade diğer şehirlerde de olan sıkça rastladığım bir ad..  Demirhan,Taçşah,Timurhan, Rupşah, İnciko, Anber, Arzuhan  en  beğendiğim isimlerden  oldu. 

Han ünvanı, ailesinde Moğol dışında başka topluluktan insan olan Devlet Başkanı tarafından kullanılamazdı. Bunun en büyük örneği Timur'dur. Türk olan Timur -Emir- ünvanı almıştır. Türk toplumundaki karşılığı Hakan veya Kağan'dır. Moğolca da Han kelimesi Gök anlamını da içerir.*

*Vikipedia

Şimdi düşünüyorum da; Demirhan, Timurhan, Arzuhan böyle bir değerlendirmenin sonucu olarak mı  konulmuş isimlerdi?

Demirhan; Kamcı (Şamanist) gelenekte Maden Tanrısı, 

Türk- Altay mitolojisinde de Demir Tanrısı olarak geçiyor.

İçlerinde çok entresan isimlerde mevcut....Anuşe, Havvace, Sünbüle,Latofçe, Zanbako gibi

Nesilden nesile aktarılan isimlerde mevcut Şerife, Kamile, Sabriye, Fatma gibi

Sayfanın sonuna, tasfiye talepnamelerinden tasnif ettiğim, Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen Kadın mübadillerin listesini ekledim. 

Kimlerin büyük ninesinin ismi acaba?

Çoğu mübadil Fatma'yı Fatme olarak söyler. Şimdi size içinde hepimizin hayatından birer kesit barındıran acıklı bir Fatme Kadın hikayesi yazacağım.*

*Hikaye; Lozan Mübadilleri Vakfı yayını olan H.İlhami Gülcan tarafından kaleme alınan Mübadil İnsanlar adlı kitapta geçiyor.

................

Fatme kadın, İngiliz Bahçesinin üstündeki iki katlı büyük bir Rum evinden bölünmüş, iki gözlü evlerinden gün ağarırken yola koyulmuştu. Karataş'ın ancak merdivenli olursa geçit veren dimdik yokuşlarından yüyürken kayıpta aşağıya yuvarlanmamaya çalışarak Konak Meydanına indi. Akşamdan beri çiseleyen yağmurla ıslanmış, yer yer gölcükler oluşmuş, arnavut kaldırımı döşeli yolda Saat Kulesinin yanından geçerken saate bir göz attı.

-Amanın! neredeyse yedi buçuk olmuş.Bizimki uyanmadan çayını demleyeyim de laf işitmeyeyim derken oyalandım" dedim kendi kendime...gene işe geç kalacağım, bu kez de patrondan azar işiteceğim.


Tam meydanın sonundan sağa çalıştığı fırça atölyesinin bulunduğu Hisarönü'ne yönelecekken birden dondu kaldı.Gözlerine inanamıyordu. Solda Pasaport iskelesine bağlı gemi o değil miydi? Evet evet ta kendisiydi. Bu Gülcemal'di....

............

Ayakları onu iskelenin kapısına götürdü. Resmi giysili adam asık bir suratla

-Nereye hanım? Giremezsin yasak! diyerek hafiften önüne dikildi. Fatme kadın bir an için "yalvarsam yakarsam kardeş bu bizim Gülcemal...biz tanırız birbirimizi, nice anılarımız vardır onunla....bırak bir bineyim de görüp görüneyim, helalleşeyim anılarımla, hemencecik inerim.Sakın altı üstü iki haftalıktır senin o anıların deme bana, yüzyıllık ömre bedeldir.Ne olu bir dakikacık desem diye geçirdi içinden....ama görevlinin sert bakışını, asık suratını görünce anladı ki yaklaşamaz Gülcemal'e......

Aslında, hala geceleri rüyalarına giren yaşadığı o korkunç şeylerin değil, aradan geçen otuz yılda kimseye sözünü etmediği, başını kessen yine de kimselere anlatmayacağı, onunla mezara gidecek o sımsıcak, andıkça yüreğini kabartan anısının peşindeydi Fatme Kadıncık. Bazen aklına düştükçe kendisinin bile şaştığı,

''Bir rüya olmaya?'' dediği olurdu. Peki, çeyiz sandığının dibinde duran, incinir diye çıkartıp dokunmaya çekindiği o kehribar tesbih de mi rüyaydı!

On yedi yaşında, gür siyah saçlarının örgüsü belini döven, kara gözlü, kara kaşlı, alımlı, dünyalar güzeli bir genç kızdı Fatme, on gündür Kavala rıhtımında, sefalet içinde Gülcemal'i beklerken. Genç kız, yaşadıkları tüm o yokluğa, yoksunluğa karşın, rıhtımda bekleşen insan-hayvan kalabalığı içinde, endamıyla, güzelliğiyle hemen göze çarpıyor, hemen öbür kızlardan ayırt ediliyordu. Sanki, günlerdir rıhtımda o sefillik içinde değillermiş de Kavala' da Mehmet Ali Paşa Caddesi'nde gezintideymiş gibi ortalıkta dolaşan pek çok delikanlının gözleri Fatme nerdeyse oraya dönüyor, ayakları onları oraya götürüyordu. Elbette Fatme de, sürekli kendisini izleyen o anlamlı bakışların, nereye gitse hemen yanında yöresinde bitiverenlerin farkındaydı. Olan bitenden hoşnutluk duymuyor değildi de, ana babasının, ağabeylerinin, tanıdıkların anlamasından korkuyordu. Onu çevreleyen delikanlılarla yakın düşmemeye çabalıyor, hemen oradan uzaklaşıyordu. Hatta hiç göz göze bile gelmemeye çalışıyor, başını öne eğip neredeyse çenesini göğsüne yapıştırıyordu... Niyazi dışında!

Niyazi'dense değil uzaklaşmak, gözlerini kaçırmak, rıhtımın her yerinde onunla karşılaşmayı özlüyor, yanında yöresinde göremeyince telaşlanıyor, gözleri onun gür kaşlarının altında parlayan deniz mavisi gözlerini arıyordu. O delikanlıyı görünce neden yüreğinin daha bir hızlı atmaya başladığını, neden boynundan yukarı yüzünü bir sıcak bastığını bilmiyordu. Bir keresinde, çeşmeye su doldurmaya giderken ona gülümsemiş, sonra yaptığından korkuya kapılıp suyu doldurmadan gerisi geri kaçmıştı.

Fatme, ancak denizde geçirdikleri birinci haftanın sonunda, o sevecen bakışlı delikanlının adını öğrenebilmiş ve ona kendi adını söyleyebilmişti. O gece denizde hiç dalga, havada tek bir bulut bile yoktu. Tepsi gibi bir dolunay, kızın başörtüsünden taşan kuzgun siyahi saçlarından pırıltılar yaratıyordu. Fatme, bir saatten çok sıra beklediği, tam da makine dairesinin üstündeki cehennem gibi sıcak heladan çıkmış, ailesinin yanına, üst güverteye çıkmak için merdivene yöneldiğinde, birden merdivenin altından bir karaltı çıktı önüne. Oydu. Bileğinden tuttuğu gibi loş merdiven altına çekti kızı. Hızlı hızlı konuşuyordu: ''Ne olur sesini çıkarma. Az dinle beni. Kavala rıhtımından ilk gördüğümde vuruldum sana. O günden beri ne yemek gelir aklıma, ne içmek, gözüme uyku girmez, düşte gezer oldum. Rıhtımda, gemide, gece gündüz, bir an aklımdan çıkmaz oldun. Gittiğimiz yerde isteteceğim, alacağım seni. Unutma ben Kavalalı, Şaban oğlu, on beşli Niyazi. Sen kimsin, kimin nesisin?''






Korkudan, heyecandan boğazı kuruyan, gözleri kararan Fatme, Niyazi'nin sorusuna yanıt vermek şöyle dursun, güçlükle soluk alıyordu. Oğlanın elinden kurtardığı elini arkasına saklamaya çalıştı, başından kaydığını fark ettiği örtüsünü düzeltmeye çabaladı, sonra da örtüsünün ucunu parmağına dolamaya başladı. Biraz soluğu yerine gelip çarpıntısı azaldığında, başını yerden kaldırdı, oğlanın ışıl ışıl yüzüne baktı, kara gözleri deniz mavisi gözlere sarıldı kaldı. ''Fatme'' dedi zor duyulur bir sesle. ''Kavala'dan, Osman kızı, yirmi birli Fatme'' diye ekledi. Sözünü bitirir bitirmez de merdivenin altından çıkıp gitmeye yekindi. Niyazi, bu kez, yalnızca bileğini tutmakla yetinmemiş, önüne geçerek yolunu kesmişti: ''Söz ver bana Fatme, her gece bu saatte buraya geleceksin, bu merdivenin altına. Sana daha çok diyeceklerim var.''

Biraz sakinleşen Fatme: ''Ya bir gören olursa?'' diye olumsuzladı. ''Korkma kimse görmez. Ananlara 'ayakyoluna gideceğim' dersin. Hem, görürlerse görsünler. Temiz yüreğiyle bakıp gören insan ne diyecek ki bize? Sevda ayıp mıdır, günah mıdır? Yarın gece bekliyorum, unutma. İyi geceler Fatmem. Rüyanda beni göresin, e mi? Bilesin ki benim rüyalarımda zaten (h)ep sen varsın.''

Fatme, anne babasının, kardeşlerinin, üst güvertede, yere serili battaniyeler üstünde oturmuş dağıtılan tayınları yedikleri köşeye vardığında, ona hiçbir şey sorulmadan; '' Hela önünde bir kuyruk vardı, bir kuyruk ki sormayın.'' dedi. Bir tayın ve bir soğan uzatan annesine '' Benim canım yemek istemiyor. Aç değilim'' diyerek hemen kenardaki yatak örtüsünün altına girdi, örtüyü başına çekti. Hiç kimsenin bilmediği gizli bir sığınakta kendisiyle baş başa kalmak, yöneltilecek sorulardan kurtulmak, yaşadığı olağanüstü olayı ve bunu yaşatan Niyazi'nin tuttuğu eli yanıyor, göğsünden boynuna, boynundan yüzüne bir ateş basıyordu. Tüm vücudunu karnından yükselen bir titreme sardı. 



Zaten yanlarından geldiğinde kızında bir değişiklik sezmiş olan annesi, Fatme'nin örtü altında tir tir titrediğini gördü. Örtüyü araladı, kızının pençe pençe kızarmış yüzü ortaya çıktığında, büyük bir telaşa kapıldı. Gemide salgınlar kol geziyor, her gece ölenler denize atılıyordu. Genç kadın: ''Amanın, yetişin! Kızım çok hasta. Benim gül yüzüm, ceylan gözlüm ölüyor! Yok mudur bir hekim, Allah rızası için yardım edin! Ne oldu sana, neyi var, maralım?'' diye dövünüyordu. Fatme, anasının telaşı, feryadı karşısında ne yapacağını şaşırdı. Karışık duygular içindeydi. Hasta olduğu düşüncesini pekiştirecek bir şey yapsa, hastaymış gibi davransa ya da söylese olmazdı. Çünkü, aslında hasta olmadığı, hastalananlara geç de olsa bakan gemi hekimi gelince şıp diye ortaya çıkacaktı. '

Hasta değilim, yok bir şeyim' dese, durumunu açıklayamayacak, kendini ele vermiş olacak, yaptıkları anlaşılacaktı. Hiç birini yapmadı, yapamadı. Artık korkudan mı, yoksa düşleri kesintiye kesintiye uğradığı için mi bilinmez, az sonra ateşi düştü, titremesi durdu, al yüzü aklandı. Hatta kalkıp istekle tayınını yedi. Ne ailesi, ne de çevrede kümelenmiş tanıdıklar, akrabalar, mahalleliler, olup bitene bir anlam veremediler. Yalnızca, uzaktan akraba bir nine, bilmiş bilmiş başını iki yana sallayarak; ''Genç kızlarda olur böyle. Kendiliğinden geçer. Telaşlanmayın.'' diyerek konuya noktayı koydu. Başını elindeki oyaya eğmiş kıs kıs gülüyordu.

Sonraki günlerde, nereye giderse gitsin; ister helaya, tayınlarını almaya, su doldurmaya, ister komşu kızlarıyla kıç güvertesinden geminin ardında bıraktığı köpükleri izlemeye, hep yanında aileden bir oldu. ''Ne olur ne olmaz, kızın başı döner, bayılır, denize düşer maazallah!'' diye.

Yaşadıkları Fatme'nin aklından hiç çıkmıyor; nereye gitse, ne yapıyor olsa hep Niyazi'yi düşünüyor; her gece o saat geldiğinde ne yapıp edip hela yolundaki merdiven altına tek başına gitmenin çaresini bulmaya çalışıyordu. Olmadı. Hiç yalnız bırakmadılar.

Fatme'yi, Pasaport rıhtımında, geminin pruva palamarının bağlandığı, ıslak, soğuk babanın üzerinde, gözleri kapalı, soğuktan mı, zihnine üşüşerek tüm benliğini sarıveren anılarının yoğunluğundan mı bilemediği nedenden tir tir titreyerek otururken en çok sarsan, yeniden görülen bir rüya gibi, ama capcanlı gördükleriydi;

... Aynı bugünkü gibi, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı, soğuk, bir 1340 yılı kasım sabahı, o ağızsız dilsiz, o canım Gülcemal, yine bu rıhtıma yanaşmıştı. Görevliler bas bas bağırıyorlardı; ''İzmir'e geldiiik. Herkes acele toparlansın. Buradan dağıtım olacaksınız. Acele edin.'' Herkes çarçabuk bir kaç eşyasını, topladı, denkler sırtlara vuruldu. Hayvanlarının iplerini, tavuk kafeslerini aldılar ellerine. Fatme'nin payına, kıyamayıp bir aylık oğlağıyla yanlarına aldıkları maltız keçisi düşmüştü. Çoluk çocuk, genç yaşlı kalabalık, inim inim inleyen, gıcırdayan bucurgatlarla rıhtıma indirilen merdivene yönlendirildi.

Ellerinden sımsıkı tutulan küçüklerle birlikte ağabeyleri ablaları en önde, onların arkasında ana babası, en arkada da yürümeye direnen keçiyle oğlağın iplerini çekiştiren Fatme yürüyor, aslında yürümüyor da kalabalıkta sürükleniyorlardı. Herkes gibi onlar da, dirsek dirseğe, omuz omuza yürümeye çalışarak, insan yığınının başları üzerinden geldikleri yeri görmeye, bilinmezi bilinir kılmaya çalışıyorlardı. Fatme, böyle çevreye bakınıp her ayrıntıyı belleğine yazmaya çabalar görünürken, aslında, gözleriyle değil yüreğiyle bakarak başka bir şeyler görmeye çabalıyordu. Sonunda aradığını sağ omuz başında buldu: Niyazi birden ortaya çıkmış, omzuna dokunarak, alçak sesle: ''Fatme'' demiş, bileğinden tuttuğu gibi yandaki bir kapı aralığına çekmişti. İkisi içeride, Fatme'nin sıkıca iplerini tuttuğu keçi ve oğlak dışarıda kalmıştı. O daracık aralıkta, Niyazi birden omuzlarından yakalayıp Fatme'yi kendine çekti, öpüverdi. Otuz üçlük kehribar tespih uzatarak; ''Gittiğimiz yerde, tez zamanda bulacağım seni. Mutlaka bulacağım. Al, bununla beni anarsın, rahmetli dedemindi'' dedi. Fatme, sımsıkı tuttuğu iplerin elinden kayıverdiğini duyumsadı. Başı dönen gözleri kararan kız, yanan dudakları arasından yalnızca, ''Keçi Uğlak!'' diyebildi.. Kendini toplayıp kapıya yekindi. Arkadan iten insan yığınının baskısıyla, keçiyle, oğlağın peşi sıra o da hızla ileri aktı. Dönüp dönüp arkasına bakarak ilerledi merdivene doğru.

      Niyazi'nin yüzünü en son, kalabalıkta getirildiği merdiven başında, yaşlarla ıslanmış gür kirpikleri arasından gördü: Niyazi, elini yumruk yapmış, gözünü ovuşturuyordu. Aralarında yalnızca üç dört kişi vardı. Ama, öyle uzaktı ki!...
Fatme Kadın, ''Sen ne yapıyorsun burada, bu yağmur altında, bir saattir, be kadın? Deli misin, nesin?'' diyen üniformalı bir
pasaport görevlisinin sesiyle, kendine geldi. Rıhtım babasının üzerindeki ıslak, soğuk dünyaya, 1954 yılının o kasım sabahına döndü. Telaşla ayağa fırladı, örtüsünü düzeltti. İşine doğru bir koşu tutturdu. Hayrettin Bey bugün mutlaka kovacaktı onu.
Rıhtıma bağlı Çanakkale Vapuru, arkasından önce kapkara bir duman salıverdi bacasından. Sonra kaptan düdüğe asıldı.
                                                                         Ekim 2008, İstanbul
                                                                       Sevgilerimle


Başka bir Fatme'nin kızı Nurten ile Güngör'ün nikah töreni





BU BİR MÜBADELE HİKAYESİNİN ANLATILDIĞI RADYO HİKAYESİ

KOZANA HATIRALARI......

Selam Mübadil insanların fotoğraflarıyla birlikte bir mübadele hikayesi anlatımı burada....Bakalım kimlerle ortak hikayelerimiz var?...