KÖYLERİ
|
NAHİYELERİ
|
|||
Hamidiye
|
Fener
|
Kırcaali kazası
|
||
Kalfalar
|
Karagöz
|
Hasköy nahiyesi
|
||
Okçular
|
Osmanlı
|
Yenice nahiyesi
|
||
Kolar/İskeçe
|
Koyunköy/İskeçe
|
Eğridere kazası
|
||
Denizli
|
Karasinan
|
|||
Sakarkaya
|
Şehreküstü
|
|||
Tusçezir
|
Dalışman/İskeçe
|
|||
MAHALLELERİ
|
||||
Sağir Narlı Bahçe mah.
|
||||
Aşcı Hasan mah.
|
||||
Hacı Yavaş mah.
|
||||
Mahkeme mah.
|
||||
Çay mah.
|
||||
Aşağı mahalle
|
||||
Muhacir mah./İskeçe
|
||||
Gazhane mah./İskeçe
|
||||
Camii Atik mah.
|
||||
Barut mah.
|
||||
Yassıviran mah.
|
18 Mayıs 2021 Salı
GÜMÜLCİNE DEDEAĞAÇ KAZASINA BAĞLI TÜRK KÖYLERİ VE İSKANDA YAŞANANLAR
7 Mayıs 2021 Cuma
FATME KADININ HİKAYESİ..........
Anılarını hiç yitirme kızım,
en acılarını bile........
*Mübadil insanlar kitabının önsözü
1924'de Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen kadınların adlarının tasnifini yaparken, içlerinde çok ilginç isimlere de rastladım. Mesela Zilkade diğer şehirlerde de olan sıkça rastladığım bir ad.. Demirhan,Taçşah,Timurhan, Rupşah, İnciko, Anber, Arzuhan en beğendiğim isimlerden oldu.
Han ünvanı, ailesinde Moğol dışında başka topluluktan insan olan Devlet Başkanı tarafından kullanılamazdı. Bunun en büyük örneği Timur'dur. Türk olan Timur -Emir- ünvanı almıştır. Türk toplumundaki karşılığı Hakan veya Kağan'dır. Moğolca da Han kelimesi Gök anlamını da içerir.*
*Vikipedia
Şimdi düşünüyorum da; Demirhan, Timurhan, Arzuhan böyle bir değerlendirmenin sonucu olarak mı konulmuş isimlerdi?
Demirhan; Kamcı (Şamanist) gelenekte Maden Tanrısı,
Türk- Altay mitolojisinde de Demir Tanrısı olarak geçiyor.
İçlerinde çok entresan isimlerde mevcut....Anuşe, Havvace, Sünbüle,Latofçe, Zanbako gibi
Nesilden nesile aktarılan isimlerde mevcut Şerife, Kamile, Sabriye, Fatma gibi
Sayfanın sonuna, tasfiye talepnamelerinden tasnif ettiğim, Kesriye ve köylerinde yaşayan mübadele de Türkiye'ye gelen Kadın mübadillerin listesini ekledim.
Kimlerin büyük ninesinin ismi acaba?
Çoğu mübadil Fatma'yı Fatme olarak söyler. Şimdi size içinde hepimizin hayatından birer kesit barındıran acıklı bir Fatme Kadın hikayesi yazacağım.*
*Hikaye; Lozan Mübadilleri Vakfı yayını olan H.İlhami Gülcan tarafından kaleme alınan Mübadil İnsanlar adlı kitapta geçiyor.
................
Fatme kadın, İngiliz Bahçesinin üstündeki iki katlı büyük bir Rum evinden bölünmüş, iki gözlü evlerinden gün ağarırken yola koyulmuştu. Karataş'ın ancak merdivenli olursa geçit veren dimdik yokuşlarından yüyürken kayıpta aşağıya yuvarlanmamaya çalışarak Konak Meydanına indi. Akşamdan beri çiseleyen yağmurla ıslanmış, yer yer gölcükler oluşmuş, arnavut kaldırımı döşeli yolda Saat Kulesinin yanından geçerken saate bir göz attı.
-Amanın! neredeyse yedi buçuk olmuş.Bizimki uyanmadan çayını demleyeyim de laf işitmeyeyim derken oyalandım" dedim kendi kendime...gene işe geç kalacağım, bu kez de patrondan azar işiteceğim.
............
Ayakları onu iskelenin kapısına götürdü. Resmi giysili adam asık bir suratla
-Nereye hanım? Giremezsin yasak! diyerek hafiften önüne dikildi. Fatme kadın bir an için "yalvarsam yakarsam kardeş bu bizim Gülcemal...biz tanırız birbirimizi, nice anılarımız vardır onunla....bırak bir bineyim de görüp görüneyim, helalleşeyim anılarımla, hemencecik inerim.Sakın altı üstü iki haftalıktır senin o anıların deme bana, yüzyıllık ömre bedeldir.Ne olu bir dakikacık desem diye geçirdi içinden....ama görevlinin sert bakışını, asık suratını görünce anladı ki yaklaşamaz Gülcemal'e......
Aslında, hala geceleri rüyalarına giren yaşadığı o korkunç şeylerin değil, aradan geçen otuz yılda kimseye sözünü etmediği, başını kessen yine de kimselere anlatmayacağı, onunla mezara gidecek o sımsıcak, andıkça yüreğini kabartan anısının peşindeydi Fatme Kadıncık. Bazen aklına düştükçe kendisinin bile şaştığı,
''Bir rüya olmaya?'' dediği olurdu. Peki, çeyiz sandığının dibinde duran, incinir diye çıkartıp dokunmaya çekindiği o kehribar tesbih de mi rüyaydı!
On yedi yaşında, gür siyah saçlarının örgüsü belini döven, kara gözlü, kara kaşlı, alımlı, dünyalar güzeli bir genç kızdı Fatme, on gündür Kavala rıhtımında, sefalet içinde Gülcemal'i beklerken. Genç kız, yaşadıkları tüm o yokluğa, yoksunluğa karşın, rıhtımda bekleşen insan-hayvan kalabalığı içinde, endamıyla, güzelliğiyle hemen göze çarpıyor, hemen öbür kızlardan ayırt ediliyordu. Sanki, günlerdir rıhtımda o sefillik içinde değillermiş de Kavala' da Mehmet Ali Paşa Caddesi'nde gezintideymiş gibi ortalıkta dolaşan pek çok delikanlının gözleri Fatme nerdeyse oraya dönüyor, ayakları onları oraya götürüyordu. Elbette Fatme de, sürekli kendisini izleyen o anlamlı bakışların, nereye gitse hemen yanında yöresinde bitiverenlerin farkındaydı. Olan bitenden hoşnutluk duymuyor değildi de, ana babasının, ağabeylerinin, tanıdıkların anlamasından korkuyordu. Onu çevreleyen delikanlılarla yakın düşmemeye çabalıyor, hemen oradan uzaklaşıyordu. Hatta hiç göz göze bile gelmemeye çalışıyor, başını öne eğip neredeyse çenesini göğsüne yapıştırıyordu... Niyazi dışında!
Niyazi'dense değil uzaklaşmak, gözlerini kaçırmak, rıhtımın her yerinde onunla karşılaşmayı özlüyor, yanında yöresinde göremeyince telaşlanıyor, gözleri onun gür kaşlarının altında parlayan deniz mavisi gözlerini arıyordu. O delikanlıyı görünce neden yüreğinin daha bir hızlı atmaya başladığını, neden boynundan yukarı yüzünü bir sıcak bastığını bilmiyordu. Bir keresinde, çeşmeye su doldurmaya giderken ona gülümsemiş, sonra yaptığından korkuya kapılıp suyu doldurmadan gerisi geri kaçmıştı.
Fatme, ancak denizde geçirdikleri birinci haftanın sonunda, o sevecen bakışlı delikanlının adını öğrenebilmiş ve ona kendi adını söyleyebilmişti. O gece denizde hiç dalga, havada tek bir bulut bile yoktu. Tepsi gibi bir dolunay, kızın başörtüsünden taşan kuzgun siyahi saçlarından pırıltılar yaratıyordu. Fatme, bir saatten çok sıra beklediği, tam da makine dairesinin üstündeki cehennem gibi sıcak heladan çıkmış, ailesinin yanına, üst güverteye çıkmak için merdivene yöneldiğinde, birden merdivenin altından bir karaltı çıktı önüne. Oydu. Bileğinden tuttuğu gibi loş merdiven altına çekti kızı. Hızlı hızlı konuşuyordu: ''Ne olur sesini çıkarma. Az dinle beni. Kavala rıhtımından ilk gördüğümde vuruldum sana. O günden beri ne yemek gelir aklıma, ne içmek, gözüme uyku girmez, düşte gezer oldum. Rıhtımda, gemide, gece gündüz, bir an aklımdan çıkmaz oldun. Gittiğimiz yerde isteteceğim, alacağım seni. Unutma ben Kavalalı, Şaban oğlu, on beşli Niyazi. Sen kimsin, kimin nesisin?''
Korkudan, heyecandan boğazı kuruyan, gözleri kararan Fatme, Niyazi'nin sorusuna yanıt vermek şöyle dursun, güçlükle soluk alıyordu. Oğlanın elinden kurtardığı elini arkasına saklamaya çalıştı, başından kaydığını fark ettiği örtüsünü düzeltmeye çabaladı, sonra da örtüsünün ucunu parmağına dolamaya başladı. Biraz soluğu yerine gelip çarpıntısı azaldığında, başını yerden kaldırdı, oğlanın ışıl ışıl yüzüne baktı, kara gözleri deniz mavisi gözlere sarıldı kaldı. ''Fatme'' dedi zor duyulur bir sesle. ''Kavala'dan, Osman kızı, yirmi birli Fatme'' diye ekledi. Sözünü bitirir bitirmez de merdivenin altından çıkıp gitmeye yekindi. Niyazi, bu kez, yalnızca bileğini tutmakla yetinmemiş, önüne geçerek yolunu kesmişti: ''Söz ver bana Fatme, her gece bu saatte buraya geleceksin, bu merdivenin altına. Sana daha çok diyeceklerim var.''
Biraz sakinleşen Fatme: ''Ya bir gören olursa?'' diye olumsuzladı. ''Korkma kimse görmez. Ananlara 'ayakyoluna gideceğim' dersin. Hem, görürlerse görsünler. Temiz yüreğiyle bakıp gören insan ne diyecek ki bize? Sevda ayıp mıdır, günah mıdır? Yarın gece bekliyorum, unutma. İyi geceler Fatmem. Rüyanda beni göresin, e mi? Bilesin ki benim rüyalarımda zaten (h)ep sen varsın.''
Fatme, anne babasının, kardeşlerinin, üst güvertede, yere serili battaniyeler üstünde oturmuş dağıtılan tayınları yedikleri köşeye vardığında, ona hiçbir şey sorulmadan; '' Hela önünde bir kuyruk vardı, bir kuyruk ki sormayın.'' dedi. Bir tayın ve bir soğan uzatan annesine '' Benim canım yemek istemiyor. Aç değilim'' diyerek hemen kenardaki yatak örtüsünün altına girdi, örtüyü başına çekti. Hiç kimsenin bilmediği gizli bir sığınakta kendisiyle baş başa kalmak, yöneltilecek sorulardan kurtulmak, yaşadığı olağanüstü olayı ve bunu yaşatan Niyazi'nin tuttuğu eli yanıyor, göğsünden boynuna, boynundan yüzüne bir ateş basıyordu. Tüm vücudunu karnından yükselen bir titreme sardı.
Zaten yanlarından geldiğinde kızında bir değişiklik sezmiş olan annesi, Fatme'nin örtü altında tir tir titrediğini gördü. Örtüyü araladı, kızının pençe pençe kızarmış yüzü ortaya çıktığında, büyük bir telaşa kapıldı. Gemide salgınlar kol geziyor, her gece ölenler denize atılıyordu. Genç kadın: ''Amanın, yetişin! Kızım çok hasta. Benim gül yüzüm, ceylan gözlüm ölüyor! Yok mudur bir hekim, Allah rızası için yardım edin! Ne oldu sana, neyi var, maralım?'' diye dövünüyordu. Fatme, anasının telaşı, feryadı karşısında ne yapacağını şaşırdı. Karışık duygular içindeydi. Hasta olduğu düşüncesini pekiştirecek bir şey yapsa, hastaymış gibi davransa ya da söylese olmazdı. Çünkü, aslında hasta olmadığı, hastalananlara geç de olsa bakan gemi hekimi gelince şıp diye ortaya çıkacaktı. '
Hasta değilim, yok bir şeyim' dese, durumunu açıklayamayacak, kendini ele vermiş olacak, yaptıkları anlaşılacaktı. Hiç birini yapmadı, yapamadı. Artık korkudan mı, yoksa düşleri kesintiye kesintiye uğradığı için mi bilinmez, az sonra ateşi düştü, titremesi durdu, al yüzü aklandı. Hatta kalkıp istekle tayınını yedi. Ne ailesi, ne de çevrede kümelenmiş tanıdıklar, akrabalar, mahalleliler, olup bitene bir anlam veremediler. Yalnızca, uzaktan akraba bir nine, bilmiş bilmiş başını iki yana sallayarak; ''Genç kızlarda olur böyle. Kendiliğinden geçer. Telaşlanmayın.'' diyerek konuya noktayı koydu. Başını elindeki oyaya eğmiş kıs kıs gülüyordu.Sonraki günlerde, nereye giderse gitsin; ister helaya, tayınlarını almaya, su doldurmaya, ister komşu kızlarıyla kıç güvertesinden geminin ardında bıraktığı köpükleri izlemeye, hep yanında aileden bir oldu. ''Ne olur ne olmaz, kızın başı döner, bayılır, denize düşer maazallah!'' diye.
Yaşadıkları Fatme'nin aklından hiç çıkmıyor; nereye gitse, ne yapıyor olsa hep Niyazi'yi düşünüyor; her gece o saat geldiğinde ne yapıp edip hela yolundaki merdiven altına tek başına gitmenin çaresini bulmaya çalışıyordu. Olmadı. Hiç yalnız bırakmadılar.
Fatme'yi, Pasaport rıhtımında, geminin pruva palamarının bağlandığı, ıslak, soğuk babanın üzerinde, gözleri kapalı, soğuktan mı, zihnine üşüşerek tüm benliğini sarıveren anılarının yoğunluğundan mı bilemediği nedenden tir tir titreyerek otururken en çok sarsan, yeniden görülen bir rüya gibi, ama capcanlı gördükleriydi;
... Aynı bugünkü gibi, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı, soğuk, bir 1340 yılı kasım sabahı, o ağızsız dilsiz, o canım Gülcemal, yine bu rıhtıma yanaşmıştı. Görevliler bas bas bağırıyorlardı; ''İzmir'e geldiiik. Herkes acele toparlansın. Buradan dağıtım olacaksınız. Acele edin.'' Herkes çarçabuk bir kaç eşyasını, topladı, denkler sırtlara vuruldu. Hayvanlarının iplerini, tavuk kafeslerini aldılar ellerine. Fatme'nin payına, kıyamayıp bir aylık oğlağıyla yanlarına aldıkları maltız keçisi düşmüştü. Çoluk çocuk, genç yaşlı kalabalık, inim inim inleyen, gıcırdayan bucurgatlarla rıhtıma indirilen merdivene yönlendirildi.
Ellerinden sımsıkı tutulan küçüklerle birlikte ağabeyleri ablaları en önde, onların arkasında ana babası, en arkada da yürümeye direnen keçiyle oğlağın iplerini çekiştiren Fatme yürüyor, aslında yürümüyor da kalabalıkta sürükleniyorlardı. Herkes gibi onlar da, dirsek dirseğe, omuz omuza yürümeye çalışarak, insan yığınının başları üzerinden geldikleri yeri görmeye, bilinmezi bilinir kılmaya çalışıyorlardı. Fatme, böyle çevreye bakınıp her ayrıntıyı belleğine yazmaya çabalar görünürken, aslında, gözleriyle değil yüreğiyle bakarak başka bir şeyler görmeye çabalıyordu. Sonunda aradığını sağ omuz başında buldu: Niyazi birden ortaya çıkmış, omzuna dokunarak, alçak sesle: ''Fatme'' demiş, bileğinden tuttuğu gibi yandaki bir kapı aralığına çekmişti. İkisi içeride, Fatme'nin sıkıca iplerini tuttuğu keçi ve oğlak dışarıda kalmıştı. O daracık aralıkta, Niyazi birden omuzlarından yakalayıp Fatme'yi kendine çekti, öpüverdi. Otuz üçlük kehribar tespih uzatarak; ''Gittiğimiz yerde, tez zamanda bulacağım seni. Mutlaka bulacağım. Al, bununla beni anarsın, rahmetli dedemindi'' dedi. Fatme, sımsıkı tuttuğu iplerin elinden kayıverdiğini duyumsadı. Başı dönen gözleri kararan kız, yanan dudakları arasından yalnızca, ''Keçi Uğlak!'' diyebildi.. Kendini toplayıp kapıya yekindi. Arkadan iten insan yığınının baskısıyla, keçiyle, oğlağın peşi sıra o da hızla ileri aktı. Dönüp dönüp arkasına bakarak ilerledi merdivene doğru.
10 Nisan 2021 Cumartesi
NEA SELANİK, NEA KOZANA............
Merhaba
Atalarımız geldikleri köylerin adını yeni yerleştikleri köylere veremediler ama bazı köylerin adlarına ek yaptırabildiler. Mesela Çorum Çarşıdere köyüne, Selanik Cumaköylü mübadiller yerleştirildikten sonra, adı Çarşıcuma köyü olarak değiştirilmiş. Yunanistan'a gönderilen Anadolu Rumları ise; Türkiye'de ki köylerinin adlarının başına"nea" yani "yeni" kelimesini getirerek köylerinin adını yaşatmışlar.
Aşağıda paylaştığım yazı Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın Hürriyet pazar buluşması sayfasından 2017 yılına ait bir mübadele gerçeği yazısı
"Biz çok büyük bir deprem geçirdik. Bazı tarihi olaylar kalıcı izler bırakır. Bu depremin adı Birinci Cihan Harbi'dir. Bu harbin en mühim sonuçlarından biri ise mübadele olmuştur. Bu mübadelenin, her şer olayda olduğu gibi hayırlı tarafları da olmuştur. Ama nüfus değişimi genelde büyük bir dramdır; yaradır ve izleri kalır.
Şu gerçektir 1924 mübadelesi Venizelos tarafından getirildi. Türkiye'de moda bir saldırı başladı.
"Cumhuriyetçiler etnik temizlik yapmak için mübadeleyi ortaya çıkardılar" deniyor. Bir kere mübadele iki taraflı bir anlaşmadır. Tek taraflı olmaz. Nitekim Venizelos giriştiği büyük macerada acı gerçeği görünce bu sefer doğruya döndü ve elindeki mevcut Yunanistan'ı kalabalıklaştırmak için Anadolu'da ki Helen nüfusu istedi. Büyük Devletleri de buna ikna etti ve Türkiye'de bunu kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü bizim artık bazı konularda daha fazla direnecek halimiz yoktu. Trablus'tan beri on sene aralıksız harp etmiş bir millettik. Birinci Cihan Harbi başkaları için dört yıl sürmüşse de bizim için on yıl sürmüştür. Bu konularda bizim yeni Devletimiz beynelmilel konsorsiyuma karşı koyabilecek güçte değildi. Dolayısıyla mevcut şartlar iki ülke arasında nüfus mübadelesini zorunlu kılmıştır diyebiliriz.
Mübadele ile birlikte Anadolu'dan bir buçuk milyon kadar insan karşı tarafa göç etmiştir. Bunlar muhtelif şehirlerden gitmişlerdir ve bugünkü Yunanistan'da göç ettikleri şehirlerin adlarını "nea" yani "yeni" diye anarak yeniden yaşatmışlardır. Nea Fokea, Nea Samson, Nea Arteka gibi....Türkiye'ye ise o topraklardan beşyüz bin kadar insan geldi. Mevcut yerleşkelerine iskân edildiler.
Bu sayılara dikkat edelim. Mesela Yunanistan, sigara tabakaları için tütünü bile dışardan almak zorunda kaldı çünkü tütün tarımı bitti. Mübadele hiçbir zaman akıllı bir ekonomik tedbir değildir. Öyle ki, ekonomik faliyetler belli toplumlarda belli grupların içinde yapılır. Kuyumculuk belli bir grubundur, tütüncülük belli bir grubundur. Siz onları atarsanız o sektör çöker. Bu durumun farkında olanlar vardı elbet...mesela Kayseri'de, Niğde'de esnaf toplanıyor ve "Lütfen bu insanları göndermeyin. Biz burada aynı dükkânı bile açamayız" diyorlardı.
Biz muhacir kabul etmeye alışkın bir memleketiz.1877-78 Osmanlı-Rus Harbinden (93 Harbi) beri Balkanlardan muhacir kabul ediyoruz.1856 Kırım Savaşı dönemindeki muhacirleri ise Bulgaristan vilayetlerimize yerleştirmiştik. Anadolu'ya pek gelmemişlerdi. Ancak 93 harbinden itibaren gelmeye başladılar.
Mübadele ile Türkiye'ye gelen nüfus için özel çalışmalar yapılmıştır ve bu kitle büyük ölçüde memnun kalmıştır. "Tam memnun kaldılar" demiyoruz, kalamazlardı da. Çünkü dünyada hiçbir göçmen geldiği memleketi tamamen sevemez, eskisini özlemeye devam eder. Kendisine verilenler ilk anda durumunu düzeltmesini sağlamaz. Bu bir genel vakıadır.
Yine de bizim göçmen kabul etme alışkanlığımızın etkisiyle Yunanistan'a göre sorunları daha çabuk hallettik. Rumeli'den, Kafkasya'dan, Kırım'dan, Rusya'dan göçmen alma geleneğimiz sayesinde büyük sosyal krizler çıkmadığı gibi "iç evlilikler"dediğimiz evlilikler de vuku buldu, yerlilerle akraba olundu ve Anadolu bu göçlerden yararlandı.
Ama şunu unutmayalım ki, muhaceret ya da mübadele çok sıkıntılı bir süreçti. Sanatlar yok olur, kabiliyetler yok olur. Siz Romanya-Bulgaristan hududundaki Dobruca'dan bir aileyi alıp, Elazığ'a yerleştireceksiniz. Zor bir süreç.......milyonlarca Anadolu Helen'i nin Yunanistan'da çok mutlu zamanlar yaşamadıklarını da söylemek gerekir.Örneğin Anadolu'da sosyalizm gibi bir derdi olmayan bu insanlar oraya gidince sosyalizme meylettiler. Çünkü burada tuzu kuru sayılırlardı. Ancak orada başka dertlerle ve sınıf ayrışmalarıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Buraya gelenler ise kısmen bazı şeylere intibak edemedilerse de Türkiye'nin değişim ve gelişiminde çok büyük faydalar yarattılar.
Kısacası biz coğrafyayı bilmek zorundayız. Türkiye'nin etnik temizlik için mübadele yaptığı iddiası ne tarihidir ne de ahlakidir.
OĞUZ TÜRK'Ü KARAMANLI TÜRKLER MÜBADELEDE NASIL GÖNDERİLDİ?
Bu mübadele esasen Türk-Yunan mübadelesi değildi. Peki neydi? Müslüman-Ortodoks mübadelesi idi. Bu sebeple tek kelime Rumca bilmeyen Karamanlı Ortodoks Türk nüfus da Yunanistan'a gönderildi. Karamanlı Türkler Oğuzlardı. Ortodokslardı ancak Türklerdi. Türkçeleri bizim Türkçemizden daha temizdi. Yunan alfabesiyle Türkçe yazarlardı. İncilleri dahi böyleydi. Yunancayı hiç bilmezlerdi. Bu topluluğun gitmesiyle birlikte Türkiye önemli bir grubunu kaybetti. Göndermek mecburiyetindeydik çünkü Yunanistan ve büyük devletler grubu onları da mübadeleye dahil ettiler. Bize gelen nüfus ise Selanik'ten, Yanya'dan, Batı Trakya'dan, adalardan ve özellikle Girit'ten gelen Müslümanlardı. Girit'ten gelenler orada Türkçeyi epeyce unutmuşlar ve mektepte de hiç öğrenmemişlerdi. Yani Müslümanlardan Türkçeleri zayıf olanlar vardı."
Sevgilerimle
BU BİR MÜBADELE HİKAYESİNİN ANLATILDIĞI RADYO HİKAYESİ
KOZANA HATIRALARI......
Selam Mübadil insanların fotoğraflarıyla birlikte bir mübadele hikayesi anlatımı burada....Bakalım kimlerle ortak hikayelerimiz var?...
